O ÇAĞDAŞ BİR ALPERENDİ

Prof. Dr. Osman Türer

Eğitim-Bilim Dergisi, Mart 2001


Ülkemizin son zamanlarda yetiştirdiği nadir şahsiyetlerden biri olan ilim, irfan ve gönül adamı merhum Prof. Dr. M. Es’ad Coşan Hocaefendi’yi, ilk defa 1972 yılında Ankara İlahiyat Fakültesi’nde talebeliğe başladığımda tanıdım. Talebeliğim sırasında Türk-İslâm Edebiyatı dersini çoğunlukla kendilerinden okudum. O yıllarda onunla olan ilişkilerimin normal bir talebe-hoca ilişkisiyle sınırlı olduğunu söyleyebilirim. Ancak zaman geçtikçe ve onu daha iyi tanıdıkça, farkı bir kişiliğe sahip olduğunu müşahede ettim ve gittikçe daha çok saygı ve muhabbet duymaya başladım.


Kapısı herkesi açıktı

Oldukça geride kalan o yılların, Hocamız’la ilgili olarak zihnimde bıraktığı hatırata baktığım zaman, doğrusu hep güzel ve olumlu şeyler görüyorum: Onun herkeste bulunmayan bazı özelliklerinin dikkatli gözlerden kaçması mümkün değildir. Fakültede bulunduğu zamanlarda vakit namazlarını mutlaka mescidde ve cemaatle kılardı. Mescide geldiğinde kimse bulunmazsa bir müddet bekler, bir-iki kişi gelince cemaat oluştururlardı. Koridorda vs. kiminle karşılaşsa mutlaka selam verir, bazan kısaca hal ve hatırını sorar, gönlünü alırdı. Derslerinde, liyakatli ve ciddi bir bilim adamı tavrının yanında, mütevazi, sevecen, nazik ve mütebessim edasıyla, talebeleriyle kendisi arasında adeta lisan-ı hal ile bir gönül bağı oluşturur; bir taraftan da saygın tavrı ve duruşuyla, yerinde nasihat ve nükteleriyle onları terbiye etmeye çalışırdı.

Onlara, ilim öğrenmenin yanında, olgun bir insan ve gerçek bir müslüman olarak yetişmelerini; yaşantılarıyla, hal ve hareketleriyle İslâm’ı en iyi şekilde temsil etmelerini tavsiye ederdi. Oluşturduğu güven ve muhabbet atmosferi sayesinde, talebeleriyle mükemmel bir diyalog kurmayı başarmıştı. Odasının kapısı herkese sonuna kadar açıktı.

Talebeleri çekinmeden her türlü derdini kendisiyle paylaşır, o da onların gönlünü alır, gerekli nasihatleri yapar, elinden gelen maddi ve manevi desteği sağlamaya çalıştırdı. Şahsi odasını adeta bir dersaneye dönüştürmüştü desem yeridir.

Bir vesileyle kendisini odasında ziyaret ettiğimde, bana bir baba veya ağabey edasıyla birçok nasihatlarda bulundur-duğunu dün gibi hatırlıyorum. O esnada bana söylediği şu cümle, o günden beri hep kulağımda çınlamış ve hayatıma yön vermiştir: “Bak Osman, herkes gibi çalışırsan herkes gibi olursun; ama herkesten farklı çalışırsan herkesten farklı olursun, bunu unutma!” Her alanda başarıya ulaşmanın en temel şartının, disiplinli ve çok çalışmak olduğunu sıkça tekrarlar, kendisi de buna bizatihi örnek teşkil ederdi.

Hocasından müstahdemine, fakültede herkes kendisine saygı ve hürmet gösterirken bazı yaşlı hocalar, sakallı ve fazla dindar oluşu gerekçesiyle tenkit ederler, fakat o bunlara hiç aldırmazdı.

Bütün bu özellikleriyle, zihnimde ve gönlümde hakikaten saygın bir yer işgal eden hocamla irtibatımı fakülte bittikten sonra da devam ettirmeye çalıştım. Bir-iki denemeye rağmen asistanı olamadıysam da doktora talebesi olmak nasip oldu ve doktoramı onun danışmanlığında tamamladım.

Doktora yaptığım esnada, halen görev yaptığım Erzurum İlahiyat Fakültesi’ne Tasavvuf ve Tarikat gerçeğini daha yakından tanımaya başladım, işte o zaman Hocamız’ı herkesten farklı kılan ve şahsiyetinin oluşmasını sağlayan sırrı daha iyi çözmeye başladım. O sır, merhum Mehmed zahid Kotku’nun manevi atmosferinde almış olduğu tasavvufi terbiyede gizliydi.

Bu gerçeği yıllar ilerledikçe daha iyi anlama ve müşahede etme imkanı buldum. Onun hocalığının ötesinde bu özelliğini daha ilk tanıdığımda farkedebilseydim, kendisinden çok daha fazla faydalanacağım muhakkaktı. Herşeyde olduğu gibi, ilim ve irfanda da kısmetten ötesi olmuyor.

Doktoramı tamamladıktan sonra da, sempozyum vb. vesilelerle kendisiyle zaman zaman kısa süreli beraberliklerimiz olduysa da coğrafi uzaklık sebebiyle ne yazık ki yeterince istifade imkanı bulamadım. Derken, kader-i ilahi şu fani hayatta bir daha görüşemeyeceğimizi ilan etti ve en verimli çağında dünyadaki dostlarından ayırarak onu hakiki Dost’una kavuşturdu. Şu da bir gerçek ki: “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” Hem burada, hem orada. Ama gerçekten seviyorsa!

Merhum Hocamız hakkında, geçmiş yıllarda ve bilhassa ani vefatı üzerine son günlerde, lehinde veya aleyhinde pek çok şey yazıldı ve konuşuldu. Onu pek yakından tanıyanlardan, hiç mi hiç tanımayanlara kadar nice kimseler onun hakkında görüşler beyan etti, hükümler verdi. Burada, yazılan ve konuşulanları tekrar etmek istemiyorum. Sadece, tanıyabildiğim kadarıyla, şahsında temsil ettiği eğitim, irşad ve hizmet misyonu hakkındaki bazı tesbitlerimi ifade etmek istiyorum.


Gönülleri fethetmişti

Herkesin bildiği gibi o, en mertebeyi ihraz etmiş bir akademisyen, yani bir ilim adamı idi. Ama yine herkes biliyor ki, onu bu kadar kişinin sevgilisi haline getiren, bu kadar insanın gönlünü fethetmesini sağlayan ve son yolculuğuna uğurlamak üzere ülkenin ve dünyanın dört bir yanından bunca insanı biraraya toplayan şey, onun ilim adamlığı değildi. Eğer öyle olsaydı, vefat eden her ilim adamının, yani her akademisyenin aynı saygı ve ilgiyi görmesi gerekirdi. Ama öyle olmuyor.

O halde Es’ad Hocamız’ı ülke insanına bu derece sevdiren ve ilgi odağı haline getiren şey, bir ilim ehli olmasının yanında, temsil ettiği manevi misyon, yani bir irşad adamı, bir gönül ehli ve kendini insanlara hizmete adayan bir hizmet eri olmasıdır. O, elde ettiği ilmi, genç yaşlarından itibaren içinde yoğrulduğu ve kaynağından doyasıya nuş ettiği tasavvufi neşve, ahlak ve terbiye hayatına mükemmel bir şekilde yansıttığı için bu kadar insanın gönlünü fethedebilmiştir.

O, sahip olduğu irşad, tebliğ ve hizmet anlayışıyla, gerçek anlamda çağdaş bir tasavvuf ve tarikat lideri örneği sergilemeye çalışmıştır. Kendine özgü tarzı ve tavrıyla, birtakım kişi ve çevrelerin, bazı olumsuz örnekleri de gerekçe göstererek, alabildiğine kötülemeye ve antipatik hale getirmeye çalıştıkları tasavvuf ve tarikat gerçeğinin, onların empoze etmeye çalıştıkları gibi olmadığını apaçık göstermiştir. Vefatı dolayısıyla aleyhinde koparılan bunca yaygaranın arka planında da bu gerçeği hazmedememe duygusunun olduğunu düşünüyorum. Vefat eden o değil de, mesela bir Ali Kalkancı veya bir Müslüm Gündüz olsaydı tepkileri nasıl olurdu doğrusu merak ediyorum.


Halk içinde Hakk’la

Es’ad Hocaefendi merhum, tasavvufi mirası çok iyi bildiği ve o geleneğe bütün kalbiyle bağlı olduğu gibi; geçmişe takılıp kalmayan, çağı kucaklamasını bilen ve hatta çağın ilerisine gözünü diken bir anlayışa sahipti. Yani, geçmişi, hali ve geleceği birlikte yaşamayı ve yaşatmayı prensip edinmişti. Bundan altı-yedi yıl önce, birlikte dinlediğimiz bir cami sohbetinin akabinde, Prof. Dr. Hayrettin Karaman Bey’in, “Keşke her şeyh efendi böyle olsa!” dediğini çok iyi hatırlıyorum. O, ilhamını başta Peygamber Efendimiz (sav) olmak üzere, onun irşad ve tebliğ misyonunu kendi dönemlerinde icra eden tasavvuf ve tarikat büyüklerinden alırken; kendi muhatabının çağın insanı olduğunun bilincindeydi. Onun için, irşad ve hizmet anlayışını çağın insanı, irşad ve hizmet anlayışını çağın gereklerini gözönüne alarak geliştirmişti. Mesela bilimsel sempozyumlar ve paneller tertip etmey, yayınevi kurmayı, çeşitli toplum kesimlerine hitabeden bilimsel dergiler neşretmeyi, radyo ve televizyon yayıncılığını, her seviyede eğitim kurumları açmayı, aile eğitim kampları düzenlemeyi, çeşitli internet siteleriyle iletişim ağ kurmayı, sosyal hizmetlere yönelik her sahada sivil örgütlenmeyi ve bu hizmetlere mali kaynak üretmek üzere ekonomik müesseseler oluşturmayı vs. hizmet alanları içerisine sokmuş, üstelik bu faaliyetleri çeşitli ülkelere yaymayı hedeflemişti.

Onun tasavvuf ve tarikat anlayışı ise, Nakşibendiyye geleneğinin bir gereği olarak, Kur’an ve sünnete sıkı sıkıya bağlı, İslâm’ı zahir ve batın bütünlüğü içerisinde anlayıp yaşamayı öngören, her türlü faaliyetlerinde ilahi rızayı ölçü alan, ilmi her şeyin temeline oturtan, dünyadan kopuk ve içe kapalı değil, tam aksine insanlarla iç içe, onlara hizmet etmeyi ve dünyevi faaliyetleri de en güzel şekilde icra ederken ahireti ve ilahi rızayı kazanabilmeyi amaçlayan, “halk içinde, Hakk’la birlikte” ve “eli kar(iş)da gönlü Yar’da” düsturlarını şiar edinen, ihlas ve takva duygusuyla donanmış aksiyoner ve dışa açık bir anlayış idi.

O, her vesileyle tarikatın bir gaye olmadığını, sadece İslâm’ı daha mükemmel yaşamanın, İlahi rızayı kazanmanın ve insanlar arasında kardeşlik, sevgi ve dayanışma duygusunu pekiştirmenin bir vasıtası olduğunu hatırlatır, aslolanın insanlık ve kullukta kemale ermek olduğunu ifade ederdi. Bu yüzden, sohbet ve yazılarında Yunus Emre’nin şu anlamlı beyitlerini sıkça tekrarlardı:

“Dervişlik olsa idi tac ile hırka
Biz de alır idik otuza kırka.”
“Dervişlik dediğin hırka değil tac değil
Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtac değil.”

Kısacası o, tasavvuf ve tarikatı, kamil iman, güzel ahlak, Allah ve insan sevgisi, muhabbet ve kardeşlik duygusu ve insanlara hizmet anlayışı gibi güzel hasletlerin insanlara kazandırılmaya çalışıldığı İslâmi bir ekol ve terbiye mektebi olarak algılamakta; tasavvuf ve tarikat adına geçmişte ve günümüzde müşahede edilen gayri İslâmi ve ahlak dışı tavır ve anlayışları şiddetle tenkit etmekteydi. Bütün bunlar onun nasıl bir irşad ve hizmet misyonunu temsil ettiğini anlatmaya yeterlidir sanıyorum.


Vizyon sahibi Müslüman Türk aydını

Sohbetlerinde ve eserlerinde ülke gençliğine güzel ahlaklı ve dürüst olmalarını, Hakk ve hakikatin yanında yer almalarını, vatanperver birer kişi olmalarını, dini ve milli değerlerimize hassasiyetle sahip çıkmalarını, Türkçe’mizi iyi kullanmalarını ve korumalarını, çağdaş gelişmeleri çok iyi takip etmelerini, olabildiğince bilgili yetişmelerini, bilgisayarı çok iyi kullanabilmelerini, hiç değilse bir yabancı dili iyi bilmelerini, değişik ülkelere gidip, oradaki insanlarla ilişki kurarak İslâm’ın güzelliklerini anlatmalarını, oralarda iş kurmalarını, hatta gerekirse oradan evlenmelerini ısrarla tavsiye ederdi. Bir dostum anlatmıştı: Hocamız’ın evinde bulundukları bir sırada, sohbet esnasında duvarda asılı olan dünya haritasını göstererek şöyle demiş: “Elimden gelse şu haritayı kaldırıp, yerine evrenin haritasını asacağım!” İşte size gözünü çağın ilerisine diken, vizyon sahibi bir müslüman Türk aydını!


Gurbette şehadet

Hasıl-ı kemal, merhum hocamız M. Es’ad Coşan, çağımızın gerçek bir “alperen”i, gerçek bir “kolonizatör Türk dervişi”, Horasan erenlerinin çağımızdaki bir izdüşümü; ilmi, tebliğ ve hizmeti, cihadı, zahir ve batın ile dünya ve ahiret dengesini prensip edinen Nakşibendiyye geleneğinin çağımızdaki nadir temsilcilerinden biri idi. Bir bakıma o, hamuru Hoca Ahmed-i Yesevi, Şah-ı Nakşibend, Abdülkadir-i Geylani, Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Veli, Eşrefoğlu Rumi, Aziz Mahmud-ı Hüdayi ve daha nice tasavvuf ve tarikat büyüğünün mayasıyla yoğrulmuş olan Anadolu insanının gönlüne, yıllarca yaşamak zorunda bırakıldığı sosyal ve ahlaki kaos ortamında o büyük zatların okşayıcı, sevgi ve huzur bahşedici sıcak nefesini aktarmaya çalışmıştı. Bir başka ifadeyle, Müslüman Anadolu insanı onda kendi geçmişini ve geleceğini bulmuştu. “Allah sevdiği bir kulunu insanlara da sevdirir.” Hadisinin sırrı bir kez daha tecelli etmişti. Son yolculuğunda görülen o coşkun ilginin asıl sebebi de bence budur. Kısacası tasavvuf ve tarikat geleneğine bağlı insanlar, meslekleri ne olursa olsun. Anadolu insanının nazarında ayrı bir sevgi ve muhabbete mazhar olmaktadır. Nitekim, rahmetli Turgut Özal’ın vefatında şahit olduğumuz çok daha yoğun ilginin asıl sebebini de, onun bir devlet adamı olarak yaptığı hizmetlerle birlikte, belki de daha da önemlisi, inanç ve eylem bazında halkıyla bütünleşebilmesinde ve kim ne derse desin bizim insanımızın son derece önem verdiği o manevi geleneğe bağlı olması sebebiyle ülke insanıyla kurmuş olduğu gönül bağında aramak gerektiği kanaatini taşıyorum.

Tebliğ ve hizmet aşkıyla, dünyanın öbür ucunda hicret ve gurbet hayatı yaşarken, şehadet şerbetini içerek, geride nice sevenlerini mahzun bırakma pahasına gerçek Sevgili’ye kavuşan Hocam’a sonsuz rahmetler niyaz ederken; onun gibi manevi rehberlerden bu milleti mahrum bırakmamasını Mevlam’dan niyaz ediyorum.
 

içindekiler | ana sayfa