ABDÜLHAMİD HAN'DAN ESAD HOCAEFENDİ'YE

Afet Ilgaz
11.2.2001 Milli Gazete

Esat Hocaefendi'nin vefatı haberi alındığından beri bazı televizyonlarda dikkatimi çeken, bir üslupsuzluk, bir nezaketsizlik, bir cahillik oldu. "Nakşibendi Tarikati'nin Lideri..." imiş Hocaefendi. Yani demek istiyorlar ki, "Biz Nakşibendiliği biliriz. Tarikatleri de biliriz. Liderleri de biliriz. Yani biz çok şey biliriz." Hiçbir şey bilmiyorlar tabii. Nakşibendiliği de, tarikatleri de, Nakşibendiliğin kollarını veya cemaatlerini de, "tarikat lideri" diye bir şeyin olmayacağını da. Bu cehalete dayalı olarak da çeşitli nezaketsizlikler yapıyorlar. Vefat eden zatın bir ünvanı var: Hoca veya hocaefendi.

Hadi onları beğenmediniz, Profesör! Bu ünvanları kullanmak asgari nezaket icabıdır. O zatı benimsemek, sevmek, bağlısı olmakla bir alâkası yoktur. İnsanın kalitesini, çapını, cibilliyetini belli eder. Bir rahibe "Rahip falanca" veya "Peder" dendiği ve bunların, toplumların asgari nezaket kuralları olduğu gibi. Şu da var ki, görmezden, saymazdan geldikleri bu zatların ölüm haberlerini, ister istemez birinci haber yapmak zorunda kalıyorlar. Çünkü o cenazeleri yirmi otuz bin kişi takibediyor. Bir de cenazeye katılamayanları hesabederseniz, bunu görmezden gelmenin imkânı kalmıyor. "Esad Hocaefendi Türkiye için şöyle şöyle hizmetlerde bulunmuştur. Dünyanın öteki ucunda, Türkiye Müslümanları adına iyi intibalar oluşturmuştur.

Daşırada "Türk" ile "Müslüman"ın birbiriyle taşıdığı anlam bakımından örtüştüğünü düşünürseniz, bu Türkiye için bulunmaz bir olumlu gelişmedir," diye bir şeyler anlatmanın lüzumu yok. Çünkü bunları biliyorlar. Belki de, bir kısmının böyle tavır almalarının sebebi, bunları çok iyi bilmeleridir. Bir kısmı da bunu cehaletlerinden yahut zihni şartlanmalar dolayısıyla yaparlar. Epey eskilerde bir olay hatırlıyorum. Devlet, "arabesk"i resmileştirmek yani buna "kalite" katmak istemişti bir zamanlar da bakanlık görevlilerinden bir hanımla bazı müzisyenleri bir araya getirip bir televizyonda konuşturmuştu. Hiçbir şeye benzemeyen bir de "resmî" arabesk şarkı dinletmişlerdi.

O konuşma sırasında bakanlık görevlisi hanımın, rahmetli Yıldırım Gürses'in "Ben Osmanlıyım" deyivermesine karşı bir kükremesi vardı ki, "Ben Türküm" feryatlarıyla, hâlâ unutamamışımdır. Zavallı hanım, Osmanlı'nın Türk olduğunu bilmiyordu. Ortaokul tarih kitaplarında her ne kadar Osman Bey aşiretinin Oğuzların Kayı boyundan olup, Orta Asya'dan geldiği yazıyorsa da, o sadece bir malûmattı, koşullanmak ise başka bir şeydi...

Oysa çoğu yerde, özellikle ülke dışında Müslümanlıkla Türklük nasıl aynı anlamda kullanılıyorsa Osmanlılık, Türklük ve Müslümanlık, birçok tarihî, sosyal ve siyasî sebeplerle, anlam bakımından örtüşürler. Osmanlı hükümdarı II. Abdülhamid Han'ın bu "Türklük" konusunda ne kadar yanlış anlaşıldığı, yanlış bilindiği yahut hiç bilinmediği de ne yazık ki tarihi bir gerçektir. Oysa Abdülhamid Han "Türklük" ve "Türkçe" üzerinde şaşılacak bir hassasiyetle dikkat kesilmiş bir hükümdardır. Onun Türkçe konusundaki hassasiyetini, hatta Osman Bey'den başlayarak bütün Osmanlı hükümdarlarının bu konudaki hassasiyetini başka bir yazıda anlatmak üzere, Abdülhamid Han'ın II. Meşrutiyet'in ilânını geciktirmesinde de bu millî kaygıların yattığını hatırlatmak istiyorum.

İşte Ö. Faruk Yılmaz'ın "Belgelerle II. Sultan Abdülhamid" adlı kitabından bu konuyu aydınlatıcı bir bölüm: "Sultan II. Abdülhamid Han'ın Meşrutiyeti tehir etmesinin sebebi, milliyetler meselesinden dolayı olup, o zamanki Türk nüfusunun diğer milliyetlere nisbeten az olması ve dolayısıyla devlet idaresinin yabancı milliyetler idaresi altına girmesi tehlikesini görmüş olmasındandır. Nihayet ilanından sonuna kadar meclisteki kararları hep yabancı milliyetlere mensup mebuslar belirlemiştir. Onun bu tutumunu hep meşrutiyete, hürriyete karşı tavır içindeymiş gibi ilân ettiler ve O'nu milletin düşmanı olarak tanıttılar.

Halbuki II. Meşrutiyet'in ilânından çok evvel Osmanlı Türk unsurunun haklarını en iyi şekilde muhafaza edecek bir anayasa hazırlatmaya başladığı bilinmektedir. Bu sebeple Avrupa anayasalarını çevirtmeye başlamıştı. Kendisi Anayasa ve Meşrutiyet hakkında şunu ifade etmişti: Bir hükümdar için lâzım olan şey, memleketinin yararıdır. Eğer bu yarar anayasının ilanında ise o da yapılıyor. Fakat uygulanır mı, Türk'ün yararı saklı kalır mı, burasını kestiremiyorum" (İ.H. Uzunçarşılı'dan alıntı) *** Abdülhamid Han, Japonya'dan Amerika'ya kadar bütün Müslümanları maddî olmasa bile her zaman, manevî çatısı altında bulundurmayı hedeflemişti. Afganistan, Rusya, Buhara, Semerkand, Afrika, Ümit Burnu'na kadar, Umman, Zengibar, Kongo, Çin, Yemen, Habeşistan, Hindistan gibi yerlere elçiler gönderdi. Uzuk Asya'da, Açe, Sumatra'ya kadar yardım elini uzattı. Bütün bu faaliyetlerini çeşitli şekillerde ve vasıtalarla yapardı. Bunlardan bir tanesi de tarikatler idi. Birtakım insanların "tarikat" düşmanlıklarının altında yatan gizli veya unutulmuş sebep, tarikatlerin İslâmiyetin ve Türklüğün yayılmasında daima baş rolü oynamış olmalarıdır. Evet, Esad Hocefendi'nin Avustralya'da yaşayışı, hizmetleri ve vefatı, bana bunları hatırlattı işte.

içindekiler | ana sayfa