HAYAT VE HÜZÜN

Ali Haydar Haksal
10.2.2001 Milli Gazete

Hayatın bir yüzünü hüzün oluşturuyor. Hüzün ile hayat arasındaki ilgi veya bağ yoğundur. İnsan, en iyi ve güzelin peşindedir. Huzur ortamlarında, rahat olduğu var sayılan dönemlerde zihnî yoğunluk insanı hüzünlendiriyor. Hüzünlü yan sürekli ve hazır durumdadır. Ölümün olduğu bir dünyada bir yaşam serüveninde, insanın hüzünlenmemesi düşünülemez. Yaşam ile gurbet arasındaki ilgi sürekli ve sıcak yaşanıyor. Yaşamın bu veya öte dünyaya olan gurbetin hiçbir zaman yadısyamayız.

Görünürde var olan gurbetin dışında insanın iç serüveni de bir gurbettir ve asıl bu insanı etkiliyor. Kanıksanan ve sıradan bir yaşamda bile iç yolculuk insanı bir yerlere götürüyor. Belli bir dönemi ve süreci biriktirerek yaşıyoruz. Bir yandan da biriktirdiklerimizi tüketiyoruz. Dünya dengesinde olduğu gibi, bir yandan çoğalıyor, bir yandan da azalıyoruz. Dostlar, arkadaşlar, anne, baba, çocuk, eş ve gönül bağımız olan herkesle bir bağlanma süreci yaşıyoruz. Bu giderek ya bir çığ gibi büyüyor ya da kendi yalnızlığımızda çevremizi daraltarak yaşıyoruz.

Herhalükârda bizlerden bir yandan bir artış, bir yandan da eksiliş oluyor. Yaşamı verimli hâle getirmiş önder insanlardan şöyle ya da böyle bir biçimde etkileniyoruz, yararlanıyoruz, besleniyoruz. Bu yazının oluş amacı, refleksi, dışımızda var gibi gördüğümüz önemli şahsiyetlerin yaşamı bir biçimde etkilediği ve insanların her ne kadar beni ilgilendirmiyor, beslenmedim, etkilenmedim deseler de etkilendikleri gerçeğini hiç bir zaman yadsıyamayız. Belki de bizi düşündürmesi gereken husus bu. Hüzünlü bir süreci belki en yoğun bir biçimde yaşıyoruz.

Atmosfer gerilimi bazı durum ve konumları daha etkili kılıyor. Sevinç atmosferleri gelip geçicidir. Bir anda yangın alevi gibi parlar ve söner. Hüzün anları insanı içerden çok daha derinden etkiliyor ve süreci uzundur, belki de süreklidir. Çok sevdiğiniz birini yitirdiğinizde, bir ömür onun duygusal gerilimi yaşanır ve yaka kurtarılamıyor. İçimizde biriken sevgi ve dostluk yoğunluğu ruhumuza işliyor. Toplumsal değişimin öncüleri, yaşamdan çekildiklerinde, görünmeyen etki ve sevgi hâlesi birden bir sis dalgası gibi belirliyor ve insanların ruhsal durumlarını etkiliyor.

Çok önemli iki şahsiyetin: Prof. Dr. Esat Coşan Hocaefendi ve Ahmet Kabaklı hocanın vefatı hüznümüzü belirginleştirdi. Coşan Hoca ile karşılaşmamız çok azdır, bir veya iki. Bu, bizleri birbirine bağlayan sevgi hâlesi, beslenme ve etkilenme olmadığı anlamına gelmiyor. Aynı coğrafyada, kentte, camide veya safta, aynı yolda ve ruh ortamında bulunmamız yeterlidir. Sohbet dalgaları, yazılar gönül birlikteliği olanları birbirine bağlıyor zaten. Bizleri birbirine bağlayan bağlar, yol yöntem veya meşrep aynıdır. Biz İstanbul toprağında değil miyiz, aynı şadırvanlarda ve camilerde arınmadık mı, aynı minarelerin gölgesinden geçmedik mi, aynı yolun yolcusu değil miyiz? Aynı zikr, yön ve kıbledeyiz. Aynı tastan su içenlerle birlikteyiz. Biz birbirimizin ayrılmaz parçalarıyız. Sayın Sezer; Coşan Hoca’nın Sülemaniye haziresine gömülmesini onaylamamış. Çok mu önemli. Gönlümüzden geçen rahmet ağmasından kim kendisini kurtarabilir. Binlerin sevgi ve hüzün duası yürekleri yakmaya yetiyor. Toprağa anlam kazandıran ruhun, toprağı yeşerttiğini biliyoruz.

Yunus’un bulunduğu toprak benim toprağım. Eskişehir mi, Kula mı, Türkiye’nin bir başka yeri mi; çok mu önemli. Bu topraklarda Yunus’un sevgi ruhu duruyor. Hoca Efendi’nin de öyle olacak. Onun sevgi hâlesi, konulacağı, konaklayacağı yeri verimlileştirecek. Cumhurbaşkanı Sayın Sezer bir bayram günü, görüntülerden ve gösterişten uzak babasının mezarını ziyarete gittiği gün ona sevgi duygum oluştu. Benim sevgi damarım tuttu mu, öfkem azalıyor. O ki, babası için bir dua, bir rahmet ve bir bağlanışla kabristana yönelmişti, bu sevgim için yeter bir neden. Mezar taşları, serviler arasında hüzünlü geçiş elbette bir ruhun varlığını simgeliyor. Ama, hüznüm ağır basıyor gene de. Bir dostu, bir gönül ehlini öteye yolcu edişimizin hüznü. Gönül kapısı kapanmadıkça, hüzün kapısı kapanmıyor.

Düşmanlık ve kin tohumlarını ekmeye çalışanlar kendi topraklarında kendilerini imha ettiklerini düşünmüyorlar. Sevgi çemberi daralıyor, düşmanlık, kin ve öfke, kudurganlık bir karabasan gibi üzerimize abanıyor. Bundan ben de, öfke sahipleri de payını alıyor. Karanlıktan beslenenler öfke ve karanlığı arttırmayı amaçlıyorlar. Yaşamın hüzün kapısı sürekli açıktır. Biz ordan girip çıkıyoruz. Zor zamanda yaşıyoruz, ama zorlukların üstesinden gelmeyi bilerek. Mehmed Zahid Efendi’nin sohbetini dinlerken, o ortamın verdiği huzur, sadelik, sükûnet günlerce etkiliyordu. Rahmet kapıları kapanmadıkça bu elbette sürecek. Bu, zor kullanılarak, öfke saçarak kapatılamaz.

Gönül kapısı öyle birilerinin demesiyle de kapanmıyor. Bir büyük medeniyetin süreklilik nedeni de budur zaten. Yağmur yağdığında insanlar ancak barınaklarında ya da şemsiye gibi küçük nesnelerle korunabiliyor. Toprağa yağan yağmur toprağa işliyor. Toprağın yeşermesine kabarmasını hangi güç önleyebilir ki? En korkulan ve korkulacak olan şey, üzerimizde rahmetin eksilmesidir. Bu büyük, verimli ve besili toprak kendi olanları ortaya çıkarıyor. Zaten gerilimin ve çatışmanın nedeni de bu. Bir hüzün kapısından daha geçiyoruz. Yüreğimiz yanık, gönlümüz kırık, sevgimiz sonsuz olarak. Kin ve öfkeyi kendimizden uzaklaştırıyoruz. Kim ne yapıyorsa kendine yapıyor.

içindekiler | ana sayfa