HADİS İLMİNİN
FAZİLETLERİ
Mehmed Zâhid
Kotku Rh.A
Euzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.
Bi’smi’llâhi’r-rahmani’r-rahîm...
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn...Ve’l-âkıbetü
lil-müttakîn...Ve’s-salâtü, ve’s-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî
ecmaîn...
Mübarek Gümüşhaneli Hazretleri, ilm-i
hadis hakkında elli tane faziletten bahsetmiş. Onlardan bir kısmını okuyalım:
1. “Bu Râmûz-u Şerif kitabını okuyanların ve hadis kitaplarının
hangisi olursa olsun okuyanların, evvelâ iman ile ahirete göçmeleri büyük bir
ikramdır.” Yâni, hadis ile meşgul olanlar, ahirete göçerken iman ile
göçerler. Bu en büyük devlet...
2. “Duası kabul olunur.”
Duanın kabulünde şart olaraktan yazıyoruz,
dört yüzüncü günâha geldim efendi!.. Dört yüz tane günah yazdım, daha üç yüz
tane kadar var yazılacak günah... Yedi yüze çıkıyor günahların sayısı... Bu
günahlar bizde iken elbette dualarımız kabul olmaz.
Bu günahların en barizi bugün, vazife
istemek, memuriyet istemek; bu da günahlardan bir günahtır. Kadılık istemek,
müftülük istemek, şu makama geçmek istemek, bu makama geçmek istemek...
Hangisinde bunların insanlar ne kadar sadıktır?.. Hele vakıf üzerine geçmek,
büyük felâkettir insanlar için!.. Onun için, insan ne kadar ehil olsa da, kusur
eder.
3. “Hadis okuyan ve hadisi dinleyenlerin her bir haceti
kaza olur.” diyor. Okuyanla dinleyen müsavidir. Okuyanın da duası kabul
olur, dinleyenin de kabul olur. Okuyanın da haceti kaza olur, dinleyenin de haceti
kaza olur.
4. “Dünyada ve ukbâda zenginlik gelir.” Dünyada da
zengindir, ahirette de zengindir.
5. “Her umûrunda âsânlık olur.” Her işi rast gider.
Şimdi affedersiniz, namazdan evvel bizi
bir fabrikanın temelinin atılışına götürdüler. Tefe’ül, hayır isteği...
“—Hocam gelsin de biraz toprak atıversin,
hayır olur.” diyerekten götürdüler oraya da, temel attık.
Temel atılmış, toprak atıverdik
içerisine... Güzel şey tabii... Memleketin hayrına olacak, insanlar istifade
edecek. Koca bir araziyi almış, müslüman bir adam... Diyor ki:
“—Bu araziye işçilerime evler yapacağım,
işçilerimi burada oturtturacağım.”
Hayırlara matuf, güzel işler...
O fabrikaların tesisiyle bugün,
Almanya’ya gidip de çocuğumuz orada para kazanacağına, memlekette kazanır. Ama
bir kişinin parası yetmez belki bu işleri yapmağa... Fakat beşi onu bir araya
gelirse, pekâlâ yaparlar. Niçin biz birbirimizin elinden tutup da, birleşip de,
böyle büyük, mükemmel fabrikaları kuramıyoruz da, çocuklarımızı ta Avrupalara
kadar yolluyoruz?.. Orada kim bilir ne meşakkatlerle, ne zahmetlerle ömürlerini
geçiriyorlar! Beş-on para sahibi olsalar da, kıymeti yoktur tabii...
6. “Kalbinde rahatlık olur, hüznünü def eder.”
En büyük dert, kalbdeki rahatsızlık...
Meselâ, insan milyoner olabiliyor, daha büyük servetlere sahib olabiliyor, çok
kuvvetli insanlar olabiliyor ama, kalbde rahat olmuyor. Gönül rahatı olmayınca,
bilgi de fayda etmiyor, servet de fayda etmiyor, bir şey fayda etmiyor. Ama, ilm-i
hadisle meşgul olur, onu dinlersen, onu mütalâa edersen, Cenâb-ı Hak bunun
hürmetine gönlüne rahatlık veriyor.
İlm-i hadis denince, Peygamber SAS’in
huzurunda bulunuyoruz. Onun mübarek tatlı sözlerini dinliyoruz, gücümüz yettiği
kadar... Bundan dolayı da Cenâb-ı Hak bizim aramızda, iyilik veriyor böyle
kimselere... Rahatlık veriyor.
7. “Küffâr üzerine gàlib olmakta, nusrette ve meded îrâs
etmekte bir çok fevâidi [faydaları] vardır.”
8. “Ta’lim ve teallüm edenin [öğreten ve öğrenenin] içi de
temiz olur, dışı da temiz olur.” Dışın temizliği kâfi gelmiyor, için temiz
olmadıkça...
9. “En büyük devlet de, Allah-u Teàlâ’ya yakın olmasıdır.”
Allah-u Teàlâ’ya yakın olmak deyince, burada
belki hatalı konuşmak olur. Yakın olunca, meselâ şu duvara yakın olmak için,
oraya gitmek lâzım. Duvarın yanına gidersin de, duvara yakın olursun. Allah’a
yakın olmak için, Allah’a gitmenin yolları, Allah-u Teâlâ’nın razı olacağı
amelleri işlemektir. Allah-u Teâlâ’nın razı olacağı amelleri işledikçe, Allah’a
yakınlık hasıl olur. Bu, gitmekle olmaz, koşmakla olmaz, yürümekle olmaz. O,
gönlün Allah-u Teàlâ’ya bağlanışı ve ibadet ü taatlerle olur. Allah cümlemize nasib
eylesin...
10. “Rasûlüllah SAS’e de yakın olur.”
Çünkü, Rasûlüllah’ın sözlerini ya
söylüyor veya dinliyor. Söylemesi de, dinlemesi de Rasûlüllah’ın hoşuna
gidiyor, memnun oluyor. Bunlardan dolayı, ona da yakınlık hasıl oluyor.
11. “Sahabe-i Kirâm’a da yakın olur, Menâkıblarını
cem eder.” İşte okudukça, şu büyüğün şöyle şöyle halleri vardır diyerekten
de mütemadiyen geçiyor. Onlardan bir tanesini size tekrar edeyim:
Sa’d ibni Ebî Vakkas... Hepimizin bildiği
bir zat, ismini çok duyuyorsunuz. İki menkabesinden bahsedeceğim:
Acemlerle muharebeye gidiyor. Sekiz bin
askeri var. Sekiz bin askerle, iki yüz bin kişilik mükemmel orduya karşı döğüşe
çıkıyor. Acem komutanı diyor ki:
“—Deli mi oldunuz siz?.. Üstünüzde
entariniz yok, ayağınızda da pabucunuz yok... İşte silâhınız da görünen
şeyler... Siz benim ordumla nasıl döğüşeceksiniz be adamlar?.. Gelin, şu benim
kuvvetlerimi görün, servetimi görün, ordumu da görün de, ondan sonra kalkın bu
deliliğe!..”
Diyorlar ki:
“—Biz biliyoruz hepsini... Bunların hepsi
boş! Sen bizim dediğimizi dinleyecek misin, imana gelecek misin, müslüman
olacak mısın; sen onu söyle bize!..”
İşte müzakereler devam ediyor.
“Olamayız!” diye cevabı verince, başlıyorlar harbe...
Harbe başladıklar vakitte... Tabii Acem
ordusunun filleri var. Tank yâni, bugünkü tankın mesabesinde... Üzerine kocaman
bir kubbe yapılmış, delinmeyen derilerden... Üzerine ok atıyorsunuz,
delinmiyor. İçerisinde asker saklı... O istediği gibi vuruyor; sen atıyorsun
boşa gidiyor. Hakkından gelmenin imkânı yok!.. Ne yapalım?.. Fillerin gözlerini
vuruyorlar, kemerlerini de kesiyorlar. Üstündeki tank devriliyor. Fil korkuyor,
ürküyor, başlıyor geri geriye, kendi askerinin üzerine kaçmağa... Askerler de
kendi fillerinin altında ezilince, onlar da paniğe kapılıp kaçıyorlar. Sekiz bin
kişilik ordu, iki yüz bin kişilik Acem ordusunu alt üst ediyor. Bir sürü
ganimetle beraber dönüyorlar, Hazret-i Ömer’in devrinde...
Medine’ye ganimetleri getirmişler. Hazret-i
Ömer’e de ayırmışlar bir parça... Akşam sofraya oturmuş Hazret-i Ömer... Bakmış
ki, sofrada görülmedik şeyle var:
“—Nereden bunlar?” demiş.
“—İşte efendim harbden, ganimetlerden
getirilen...”
“—Bu memlekette fakir yok muydu da,
bunları buraya getirdiniz?” demiş. “Kaldırın bunları buradan! Getirin benim
tuzumu, biberimi!”
Hazret-i Ömer’in yanına da sokulmaya
imkân yok. Hepsi susmuşlar korkularından... Her neyse.
Sa’d ibni Ebî Vakkas ihtiyarlamış.
İhtiyarlayınca, gözleri de görmez olmuş. Demişler ki:
“—Yâ Sa’d! Biz seni biliyoruz ki, senin
duan ok gibi tesir eder. ‘Yâ Rabbi, benim şu gözümü ver!’ desen, derhal Cenâb-ı
Hak verir. Hiç çevirmez, biliyoruz.”
Çok keskinmiş duası... Kimin için dua
etse, derhal makbul oluyor. Yâni, ölüyü diriltir derecede...
Onun için çok dikkat edin, —akşam okudum
hoşuma gitti— İsâ Aleyhisselâm diyor ki:
“—Ben ölüyü dirilttim, bunda aciz
olmadım. Fakat ahmağı adam edemedim, ahmağa tesir edemedim.”
Dinsizlik yolunu tutmuş bir adam, ona hiç
bir söz geçmiyor. Bir kere hiç kararı yok... Akıl baştan gidiyor, her şey
gidiyor. Ne dersen fayda etmiyor. Onun için ahmağın gönlünü uyandırmaktan aciz
kalmış. Allah cümlemizi ahmaklıktan korusun...
Şimdi ne derse beğenirsiniz Sa’d ibni Ebî
Vakkas Hazretleri?.. Bizim başımıza çok geliyor, diyorlar:
“—Aman işte başım ağrıyor hocaefendi, bir
okuyuver!”
“—İşte sinirim oynuyor hocaefendi, bir
okuyuver!”
“—İşte şu oluyor hocaefendi, bir
okuyuver!”
Pekâlâ amma, hiç sabrın yok mu?.. Hiç
takdir-i ilâhiyeye rızân yok mu?.. Hiç menâkıb dinlemedin mi, hiç büyüklerin
hikâyesini dinlemedin mi?..
Bakın Sa’d ibni Ebî Vakkas ne diyor:
“—Ben Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin
takdirini, gözümün nûrundan daha çok severim!” diyor. “Diyemem ki, ‘Yâ Rabbi,
benim gözümü bana iade et!’ O bana takdir etmiş; onun takdiri daha a’lâdır.”
Ama biz çok sabırsızız. Azıcık bir şey
oldu muydu, şikâyet şikâyet üzerine, şikâyet şikâyet üzerine... Allah affetsin
kusurumuzu...
Onun için, dünyada tahsil olunacak en
güzel şey ilimdir. Meselâ insan çok para kazanabilir. Kazanç yolları çok...
Bilgi yolları da çok; her çeşit bilgiyi insan bugün öğrenebilir. Ama, o
bilgiler ki seni Allah’a götürmüyor, onların hepsi son nefeste tükenecektir.
Bilgi dedin mi, seni Allah’a götürecek
olan bilgi bilgidir. Her bilgide de insanı Allah’a götürecek bir çok vasıtalar
var. Doktor bakar ki, “Ooo... Allah’ın kuvvetinden başka bir kuvvet sahibi bunu
yapamaz!”
Şu göze bak efendi!.. Ufacık bir şey ama,
kâinatı içine alıyor ve senin kafanda onun tam bir hulâsasını alarak sana diyor
ki, şu şundan ibarettir. Ufacık bir göz bebeğinin içerisine kâinatı sıkıştırmış
Allah-u Teâlâ Hazretleri...
Ruhun öyle... Ruhumuzdan haberimiz de
yok... Gönlümüz öyle, kalbimiz öyle... Kim bilir, ne içinden çıkılmaz hadiseler
var. Bunları doktor görünce:
“—Oooo!.. Allah’ım, yâ Rabbim sen
büyüksün! Beni de İslâm etmişsin. Bu varlıkları yapacak senden başkası yok yâ
Rabbi!.. Kimse yapamaz bunları... Bunlar tabiatın, mabiatın eseri değil;
Allah-u Celle ve A’lâ’nın eseridir.” der, iman ile yaşar. Ama, “Tabiatın
eseri!” dedi mi, gitti o gürültüye artık...
“Mir’atü’l-Harameyn” diyerekten Eyyüb
Sabri Paşa’nın yazdığı bir Mekke-i Mükerreme tarihi var. Arapça’dır. Orda Vahhâbîler’in
aleyhinde de güzel yazılar var. Onun için, Vahhâbîler onu yasak etmişler,
memleketlerine de sokmazlar. Arapça’sı da vardır, Türkçesi de vardır.
Türkçe’sinde diyor ki: Hacer-i semâviyye
deniyor, işte gökten bir taş düşüyor. Düşen o taş, nereye düşecekse düşüyor. O hacer-i
semâviyyeler nereden kopup geliyorsa, o hızla gelirken hava ile sürtünmesinden
dolayı ısınıyor. Aldığı hararet ile ateş gibi oluyor. Ama taş da, ufacık bir
taş değil, mücessem, büyükçe bir taşmış yâni... O gelmiş, Medine-i Münevvere
üzerinde seyrediyor... Bunu akıl kabul eder mi?.. Yere düşecekken, onun orada
durmasını, muallakta kalmasını hiç bir akıl kabul etmez. Koptu, düşecek, ama
düşmüyor; üç ay Medine’nin üzerinde öyle duruyor. Ne bahçe kalmış, ne bir şey
kalmış. Herkes Harem-i Şerif’in içine sığınmış, saklanmış, ateşin tesiriyle...
Sonra orada bir vadiye düşmüş. Orasını —suların toplandığı yere ne diyorlar?—
bir baraj olmuş orada...
Bu, kudret-i ilâhiyyenin açık açık
görüldüğü bir şeydir. Bakın işte, taş durur mu yukarıda? Pat deyip düşer
aşağıya... Bunun durması Allah-u Teâlâ’nın kudretine bağlıdır. İşte bugün gökte
gördüğümüz bir sürü ecrâm... Biz bunların hepsine diyoruz ki, “Efendim, bir
silsile ile birbirine merbut bunlar... Câzibe kuvvetiyle birbirlerini zabt
ediyorlar.”
Papaz yapmış bunun hünerini... Dört
duvara dört tane mıknatıs koymuş; ortaya da bir top koymuş. Dört mıknatıs onu
muallâkta tutuyor. “Bakın, muallâkta durdurdum işte!” demiş. Aklı eren birisi
mıknatıslardan birini çekince, pat diye düşmüş aşağıya...
Allah-u Teâlâ’nın kudreti işte bunlar...
Şu câzibe, bu câzibe... O câzibeyi yaradan kim? O câzibe kuvvetini koyan kim?..
O da Allah’ın eseri...
Bakın şimdi, bugün duydum yine...
Sibirya’nın buzluk yerleri var ya; o buz yerlerinde filler çıkıyormuş. Buzun
içinden fil çıkıyor efendi!.. Buzun içinde fil yaşar mı, durur mu?.. Ama donmuş
buzun içinde duruyor olduğu gibi... Bugün arayıp buluyorlar onları... Demek ki,
orası vaktiyle nasıl bir hararetin bulunduğu yermiş ki, fil orda yaşıyormuş.
Sonra birdenbire orası soğuk bir mıntıka oluvermiş. Cenâb-ı Hakk’ın hikmetleri
bunlar... Orada fil donmuş kalmış. Bugün insan bunu buluyor da, hâlâ aklını
Allah’ın kudretine erdiremiyor.
12. “Bunu okumakla, Rasûlüllah SAS’e muhabbet etmiş olur,
ashabına muhabbet etmiş olur, tabiine muhabbet etmiş olur. Bütün enbiyalara
muhabbet olur. Onların şemâilini dinler.”
Rasûl-i Ekrem: (Ene âkilü kemâ ye’kilü’l-abd.)
[Ben bir kulun, kölenin yediği gibi yerim.](RE. 4/7) diyor. Hiç bir zaman bir
sofrada, böyle masa üzerinde saltanatla yemek yememiş Rasûl-i Ekrem... Biz onun
ümmetiyiz ama, bak bizdeki saltanata!.. Biz, sofranın altına kasnak diye bir
şey koruz. Hani, ekmek aşağıda kalmasın diyerekten, uydurmuşuz öyle bir şey...
Onu da istememişler. Yere korlar, yerde yerlermiş yemeklerini... Ki, bugün orda
da öyle görüyoruz.
Onun için, kendini insanların
seviyesinden üstün seviyeye çıkarmamışlar. Tabii, o zamanın üstün insanları da
vardı, zenginler de vardı, böyle çok rahat eden insanlar da vardı ama, onlara
benzetmedi kendisini... Fukara ve zuafanın haline uygun olarak, kendi hayatını
idâme ettirdi. Ki, en büyük devlet burada oluyor.
13. “Cemii evkatta [bütün vakitlerde] Allah-u Teâlâ kalbini
meşgul kılar. Yâni, mâsivâdan kalbini tathîr eder.”
Şimdi, insanlar acizdir, kendi ellerinde
bir şey yoktur. Onun için, bizdeki temizlik, bizim kendi kendimizi
temizleyebilmemiz, —dışımızı temizleyemiyoruz ki, içimizi temizleyebilelim—
Allah-u Teâlâ’nın vereceği kudrete bağlı... İşte o da, Allah-u Teâlâ’nın kitâbı
olan Kur’an-ı Azîmü’ş-şan ve Rasûlünün kitabı olan hadislerle meşgul olursan;
Allah-u Teâlâ vesîleler yaratır, seni günahlardan, mâsivâlardan uzaklaştırır.
Kalbin temiz bir hale gelir, ayna olur.
(Elmü’minü mir’atü’l-mü’min.) (RE.
230/7) Mü’min mü’minin aynasıdır. Nasıl ayna?.. Ayna, insan bakınca kendini
gösterir. Nasıl aynaya baktığımızda kirlerimizi, pisliklerimizi görüyoruz,
onları izâle etmeye çalışıyoruz.Binaen aleyh müslüman öyle hale gelir ki, o
halde iken, karşısındaki ona baka baka müslümanlık ilhamı alır.
Şimdi bir arkadaş Almanya’dan gelmiş.
“Bizim aramızda Almanlar da var ya, beraber çalışıyoruz. Onlardan bir kimse
müslüman oldu.” dedi. Sebebi: O Alman içki içiyor. Bizim müslüman kardeşle
beraber çalışırlarken, ona da teklif ediyor.
“—Ben içmem, yasaktır, günahtır!” demiş.
Adamın içine tesir etmiş:
“—Yâhu, demek bu adam günahtır, haramdır
diyerekten içmiyor.”
Onlar banyo yaparlarken soyunup da
yapıyorlar ya, o müslüman tabii peştamalla örtünüp öyle yıkanıyor.
“—Neden örtünüyorsun?”
“—E, ayıptır. İnsan edep yerlerini açar
gösterir mi aleme?.. Yoksa felâketler doğar.” diyor.
“—E, bu etten niye yemiyorsun?..”
“—O et de yasaktır bizde!”
Allah hidayet etmiş;
“—Yâhu, ben müslüman olacağım, şu müslümanlığı
öğretin bakalım!” demiş.
“—Lâ ilâhe illa’llah, muhammedün
rasûlü’llah.” dedirtmişler.
“Şimdi geldi aramıza... Sakal da
salıverdi. Tesbihi de elinde... Bizi geçti.” diyor.
Neden?.. O müslüman ona ayna oldu, nümûne
oldu. Müslüman dediğin böyle nümûne olur. Ama, —Allah muhafaza etsin— bizim
gibi battal olursa, müslümanlıktan kaçırır insanları...
14. “Cenâb-ı Hakk’ın mahlûkuna insaf ve merhamet sahibi
olur.”
Hadis ile meşgul olan insan —gerek
dinlemek, ve gerek okumak sûretiyle— hem mütevâzi olur, hem de alçak
gönüllülükle beraber, Allah-u Teâlâ’nın mahlûkuna da şefkat ve merhamet eder.
Büyüklenmez, kibirlenmez. “Üstün makamlara nail oldum, şöyle servete nâil oldum.”
diyerekten, olamayanları hor görmez. Rıfk ile muamele eder. Dâimâ Hakk’a ittibâ
eder.
Çünkü her gün, “Rasûlüllah şöyle yaptı, Rasûlüllah
şöyle etti...” diye okuyor. Kendisini ona mümkün mertebe uydurmağa çalışır. Bir
günde olmaz tabii bu... Bir günde olmaz, senelere muhtaç... Okudukça, okudukça;
bugün bir parça, bugün bir parça... Binâlar da taş taş üzerine koya koya binâ
oluyor; birden oluyor mu?.. Bir taş koyuyoruz, bir daha koyuyoruz; derken bir
binâ oluyor. Sökerken de böyle...
15. “Kable’l-mevt [ölmeden önce] cennet ile müjdelenmiş
olur.”
Nasıl ki, Rasûl-ü Ekrem SAS, ölmezden
evvel cennetteki yerini gördü de öyle canı alındı; şimdi onun yolunda
gidenlerin hepsine de bu müyesser olur. Allah cümlemizi onun yolundan ayırmasın...
16. “Malında, ömründe çok bereket hasıl olur.”
Ah aziz kardeşler, dert hakikaten çok
büyük!.. İnsan bugün bin lira, on bin lira, yüz bin lira, hattâ bir milyon lira
düşürse, kaybetse, çaldırsa... Allah esirgeye hareketler [depremler] oluyor,
evler yıkılıyor, mallar gidiyor, hayvanlar gidiyor, canlar gidiyor... Gidiyor
işte, yok... Fakat, telâfisi mümkün oluyor mu?..
İşte bugün, kaç yerde meselâ hareketler
[depremler] oldu. Oradan kurtulanlar, bakıyorsun yine ev sahibi olmuş, mal
sahibi olmuş, mülk sahibi olmuş, çoluk çocuk sahibi olmuş... Telâfisi mümkün.
Fakat, kaçan bir ömrün bir dakikasını
geri çevirmek mümkün mü?.. Ömrün bir anını geriye çevirmek mümkün mü?..
Binâen aleyh, o kahvehânelerde, o
sinemalarda, tiyatrolarda ve deniz alemlerinde ömürlerini zayi eden insanlara
durmadan ağlamak lâzım!.. Niçin?.. O Allah-u Teâlâ’nın verdiği ömrün kıymeti,
pahası ölçülemez ki!.. Kıymeti ölçülemez olan bu nimeti, sen boşu boşuna, zevk
sefâ uğruna mahv ü perişan ediyorsun; en büyük akılsızlıktır bu...
Deli, çok çeşitli olur derler; kırk
çeşitmiş. O kırk çeşidin birisi tımarhanededir ama, otuz dokuzu da dışarıda
deli... Sen, o arabasına kurulmuş, şu alemde bu alemde sefâ edeceğim diye, zevk
ve sefâ ile ömür geçirenleri hep akıllı insanlar mı zannedersin?..
Akıllı insan, Allah-u Teâlâ’nın rızasını
arar. Günahlardan kaçar, günah işlerden kaçar. Bir günah işledi miydi hemen:
“—Aman yâ Rabbi! Beşeriyet iktizâsı
yaptım ben bunu ama, tevbeler tevbesi... Çok pişmanım, bir daha yapmam yâ
Rabbi!..” diye söz verir bir daha yapmamaya...
Onun için, aziz kardeşler, ömrümüzün
kıymetini bilelim, boşa harcamayalım!.. Boşa gitmesin. Boşa gitmemesi için, hem
Kur’an’ın yolundan, hem hadisin yolundan ayrılmamak lâzım!..
Kur’an’la hadis birdir. Nasıl ki, bir
ceset var vücutta, bir de ruh var... Bu ceset ve ruh sayesinde bu hayat devam
eder. Bunların birisi olmadığı zaman, hayat söner. Kur’an’la hadis, ikisi bir
vücuttur. Yalnız birisini alırsan, olmaz.
Onun için, ahir zamanda ukalâ diyeceğimiz
bazı insanlar gelir. Ona hadisi okursun.
“—Sen bırak o hadisi, bana Kur’an’dan
delil getir!” dedi miydi, gitti gürültüye o adam...
Çünkü, hadistir Kur’an’ın tefsiri...
Hadisten Kur’an anlaşılır. Hadisi bırakıp da, kendi kafandan Kur’an’a mânâ
verirsen, zındıksın; eğer isabet etse dahi!.. Mânâya isabet etse dahi makbul
değildir, merduttur. Niçin?.. Çünkü, Kur’an’ın müfessiri Rasûlüllah’tır. Onun
sözleriyle Kur’an anlaşılır.
Onun için, meselâ Fransızlardan Kur’an
tefsir eden var, İngilizlerden var, belki Amerikalılardan da var. Fakat, makbul
değildir.
Şam’a gittiğimizde, Şam müftüsünü
ziyarete gittik. Müftü efendi bir kitapla meşgul... Dedi ki:
“—Bu kitabı bir Ermeni yazmış, siyer adı
altında...”
Peygamber SAS’in hayatını yazıyor bir
Ermeni!.. Bastırmak istemiş. Suriye hükümeti müftüye demiş ki:
“—Bunu tedkik et, oku! Bunda hata varsa
söyle; yoksa, basalım!”
Ermeni’nin yazdığı kitaptan ne umarsın a
kardeş?..
“—Canım, işte biliyor Arapça’yı...”
Arapça’yı bilmekle ne olacak? Ebû Cehil
Arap değil miydi?.. İmrü’l-Kays, şairlerin başı; o Arap değil miydi?.. En güzel
fesâhatle konuşan bir insan, şâir... Ebû Leheb vs. emsâli... Onlar Arap değil
miydi?.. Ama, hepsi imansız gittiler ahirete... Hiç kıymetleri yok. Ancak iman
ile tebeyyün eder her şey... Allah o imanı lütfetsin cümlemize...
Muhafazasını da Cenâb-ı Hakk’a tevdî
ederiz. Onun için, “Lâ ilâhe illa’llah, muhammeden rasûlü’llàh” Yâ
Rabbi, bu kelime-i tevhidi biz sana emanet ettik. Bu emanetimizi senden
isteriz.
Buyurun beraber Cenâb-ı Peygamber’e bir salât
ü selâm okuyalım:
“Allaaahümme salli alâââ... seyyidinâââ...
muhammedinin nebiyyi’l-ümmiyyi ve alâ... aaalihî, ve sahbihî ve sellim.” (3
defa)
17. “Kulun hidâyete erişmesine ve kalbinin hayatına da sebep
olur.”
Hadis ilmi insanların hem dış, hem iç
hayatlarının bekàsına hizmet ediyor; hidâyet Allah’tandır. Allah-u Teâlâ, Habîbinin
sözleriyle, kitaplarıyla meşgul olan kullarına hidayet eder.
Kur’an-ı Azîmü’ş-şan, baştan aşağı altı yüz
sahife, altı bin küsur ayet; hepsinin mânâsı Elham’ın [Fâtiha’nın]
içerisinde... Nasıl ki, vücudun bütün idaresi kafaya verilmiş; bütün vücudun
idaresi orda... Oraya bozukluk gelirse, vücudun içinde felç diyorlar; şurası
tutmuyor, burası tutmuyor. Oradaki bozukluktan ileri geliyor.
Şimdi binâen aleyh, Kur’an’ın bütün
mânâsı Fâtiha’nın içinde... Fâtiha’daki netice de “İhdina’s- sırâta’l-müstakîm”in
içinde, sırât-ı müstakîmde... Bütün Kur’an’ın istediği şey doğru yoldur.
Müslüman mısın?.. Doğru müslüman ol.
Yalnız adın müslüman olmasın; için de müslüman olsun, dışın da müslüman olsun.
Göründüğün gibi ol, olduğun gibi de görün. Gündüz külâhlı, gece de silâhlı;
olmaz öyle şey!..
Binâen aleyh, (El-müslimü men selime’l-müslimûne
min lisânihî ve yedihî) [Müslüman, elinden ve dilinden bütün müslümanların
selâmette olduğu kimsedir.] (RE. 235/7) Herkesin bildiği, takvim yapraklarından
gazete yapraklarına kadar geçen Peygamberimiz’in bir sözü...
İslâmiyet, teslimiyetten ibârettir.
Müslüman, Allah’a teslim olmuş, emrine münkad olan kimsedir:
“—Ne dersen, başım üzerin yâ Rabbi!”
“—Namaz kıl!”
“—Peki yâ Rabbi!” der.
“—İşim çok ama...”
“—Allahım dedi yâhu, işim çok olur mu?..”
diye düşünür.
Allah ne kadar kolaylık göstermiş:
“—Yatarken kıl!” diyor,
“—Oturarak kıl!” diyor.
Denizde gemin batmış, bir tahtaya
tutunmuşsun, vakit de gelmiş... Namaz vakti geçiyor, ne yapalım şimdi orada?..
“—Başınla kıl!” diyor.
Elimizi kaldıramayız. Dilimizle, “Allàhu
ekber!.. Semia’llàhu li-men hamideh...” deriz, başımızla işaret ederiz, orada
namazımızı kılarız. Ama kıbleye isabet etmiş, etmemiş; o Allah’ın takdirine
kalmış. Yâni, namaz için hiç özür yok.
“—Su bulamadım...”
“—Teyemmüm et!..”
Suyun bulunması da şart değil, bulunursa
ne âlâ...
“—Kalkamıyorum ayağa...”
Oturduğun yerde kıl!..
“—Oturamıyorum da...”
Yatıyorsan, yattığın yerde kıl!.. Allah-u
Teâlâ çok kolaylıklar vermiş el-hamdü lillâh... Yalnız, namazı kılmak ve ona
dönmek lâzım! Allah içi de, dışı da kendisine dönen, bahtiyar kullarının
arasına cümlemizi kabul etsin...
Bak ne kadar acı aziz kardeş: Şimdi
kıbleye dönmeden, bu tarafa namaz kılsak olur mu?..
“—Olmaz!”
Niçin olmuyor? Allah her tarafta Allah...
Allah o yanda değil ki... Allah’a mekân yok. Allah, mekândan münezzeh değil
mi?.. Münezzeh olunca, her yerde... Her yerde demek de hatalı olabilir. Yere
sığmaz Allah, göğe sığmaz Allah... Yerin göğün sahibi... Fakat, bu kıbleyi
emretmiş, “Kâbe’nin olduğu yere dönün!” demiş. Onun için oraya dönüyoruz.
Allah, oraya dönün dediği için dönüyoruz.
Binâen aleyh, yüzümüz oraya ama,
gönlümüzün de Allah’a dönmesi lâzım. Gönlümüz Allah’a dönmedikçe, cesedimizin
dönmesi kâfî gelmiyor. Onun için, iç temizliği, dış temizliği dediği bu...
Bedenini nasıl çeviriyorsan, gönlünü de öyle çevir!..
18. “İnsanın ruhunda olan marazlara da şifâ olur.”
Ruhum sıkılıyor, bunalıyorum,
daralıyorum... Çeşitli haller... Bu neden oluyor? Ruhun sıkıntısı var. Onun
için, Peygamberin kelâmına müracaat et!.. Salât ü selâmı çok oku!.. Hadislerini
oku!.. Bak o hastalık senden nasıl gidiyor.
19. “Allah-u Teàlâ’ya ve Rasûlüne yol bulmağa sebep olur.”
Okuyoruz ve okudukça da bakıyoruz ki, hep
söylenenler Peygamber’in sözü, hep doğru, hep hakîkat... Cenâb-ı Hak onun için,
sırat-ı müstakîme cümlemizi nâil etsin inşâallah...
Ama şunu da tekrar ricâ edeceğim sizden:
(İhdina’s-sırâta’l-müstakîm) “Yâ
Rabbi, ben senden doğru yolu istiyorum.” O doğru yol, hangi yol?.. Ne bilelim
şimdi, o doğru yolun hangi yol olduğunu... O yol, (Sırâta’llezîne en’amte
aleyhim) (Mine’n-nebiyyîn, ve’s-sıddîkîn, ve’ş-şühedâi ve’s-sàlihîn)
Nebîlere, sıddıklara verdiğin yol yâ Rabbi... Nebîlerin yolu hangi yolsa, sıddıkların
yolu hangi yolsa, ben senden o yolu istiyorum. Senin in’am ettiklerin ki, onlar
peygamberler ve velîlerdir; onların yolunu istiyorum. Etti bir.
İkincisi de: (Gayri’l-mağdûb) Yâ
Rabbi, aman ha gadabına uğrayan kullarının yolu olmasın... (Ve le’d-dallîn)
Dalâlette olan kullarının da yolu olmasın...
Şimdi insan o kadar kör ki... Sen deme
ki, “Benim gözüm var, ben görüyorum.” Bu göz her mahlûkatta var. Bu göze göz
denmez, göz odur ki ibret ola onda... İbreti olmayan göz, sahibinin üzerinde
düşmandır.
Bir göz ki, olmaya ibret nazarında,
Ol düşmanıdır sahibinin, baş üzerinde...
Ne güzel söylemiş bunu, Niyazi Mısrî
Hazretleri... Sen bu göze göz mü diyeceksin?.. Bak kâinata, etrafa bak;
bunların hepsi bizi Allah’a davet eder. Bir Allah’a doğru gitmeye sevk eder. E
bunları göremezsek, o gözün, öteki hayvanın gözünden hiç farkı yoktur.
Halbuki, hiç bir hayvan yoktur ki, Allah
demesin. Her mahlûkun Allah’ı zikri var. Her mahlûk kendi haliyle, diliyle
Allah-u Teàlâ’yı zikreder. E bunun en eşrefi, en mükemmeli insan olan bizler
Allah’ı zikredemezsek, bizden daha aşağısı olmaz o zaman...
O hayvanlığıyla Allah’ı zikrediyor da...
Hattâ cemâdât da öyle... O ağaçlar da öyle... Hepsinin Allah’ı zikri var. O
senin çiçeklerin Allah demeden açar mı?.. Allah demeden, o meyvayı verir mi
ağaç hiç?.. Hepsinin kendine göre bir lisân-ı hal ile zikri var; melekler
gibi... E bunun en güzeli olan insan, Allah’tan gàfil olursa, ondan daha acı
bir şey yoktur. Allah kusurlarımızı affetsin... Tevfikat-ı samedâniyyesine mazhar
etsin...
El-hamdü lillâh şimdi bu [Râmûzü’l-Ehàdîs]
kitabımızı bitirdik. Tekrarını yapmak, yine bitirmek isteriz; Cenâb-ı Hak onu
da nasib etsin... Ve bu hususta ne kadar hatalarımız, kusurlarımız varsa, Cenâb-ı
Hak hepimizi affetsin, mağfiret etsin... Niyetimizi de ahsen-i kabul ile kabul
buyursun...
Allàhümme innâ nes’elüke tamâme’n-ni’meh,
ve devâme’l-àfiyeh, ve hüsne’l-hâtimeh...
Salât ü selâmla tamamlayalım:
“Allaaahümme salli alâââ... seyyidinâââ...
muhammedi’nin-nebiyyi’l-ümmiyyi ve alâ... aaalihî, ve sahbihî ve sellim.” (5
defa)
....................
Hatim Duası:
Yâ Rabb, okumuş olduğumuz hatm-i şeriften
ve dersimizden, mütalâa ettiğimiz Râmuz hadislerinden hâsıl olan ecr ü mesûbâtı,
sevgili Peygamberimiz SAS Efendimiz Hazretleri’nin ve bilcümle peygamberân-ı
izâm hazerâtının; evlâd, ezvâc, eshâb ve etba’larının; ve bu ana kadar geçmiş
olan bilcümle mü’minûn ü mü’minât ve meşâyîh-i izâm hazerâtının ruhlarıyla
berâber, Hâlid ibn-i Zeyd Ebâ Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin ruhu ile bil-cümle
ashâb-ı güzîn rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn hazretlerinin ruhlarına;
selâtîn-i mâzıyyenin ruhlarıyla birlikte, İskender Paşa’nın ruhu ile bi’l-umum ashâb-ı
hayrâtın da ruhlarına; bâhusus hàzırûn ve cemaat kardeşlerimizin da
geçmişlerimizin ruhlarıyla birlikte, camimizin etrafında yatan mü’minlerin de
ruhlarına ayrı ayrı hediye eyledik, Mevlâ vâsıl eyleye...
Cümlesinin ruhlarını mesrûr, kabirlerini pürnûr,
makamlarını âlî, derecelerini yüksek eyleyip, seyyiâtlarını da hasenâta tebdil
eyle yâ Rabbi...
Bizler dahi onlar gibi bu dâr-ı dünyâdan
göç vakti gelince, cümlemize az ağrı, âsân ölüm, kâmil bir iman ile ve buyurun:
“—Eşhedü enlâ ilâhe illa’llàh, ve eşhedü
enne muhammeden abdühü ve rasûlüh.” kelime-i tayyibe-i münciyesini de cân ü
yürekten söyleye söyleye çene kapayıp göz yummayı, Mevlâ cümle Ümmet-i Muhammed’e,
bizlere de nasîb ü müyesser eyleye...
Allàhümmec’alnâ mine’t-tevvâbîn... Ve’c’alnâ
mine’l-mütetahhirîn... Ve’c’alnâ min ibâdike’s-sâlihîn... Ve’c’alnâ minellezîne
lâ havfün aleyhim ve lâ hüm yahzenûn.
Allàhümme’c’alnâ min indik... Ve efid aleynâ
min fadlik... Ve esbiğ aleynâ min rahmetik... Ve enzil aleynâ min berekâtik...
Allàhümme innâ nes’elüke îmânen yübâşiru kulûbenâ...
Ve îmânen dâimen ve kâmilen... Ve kalben hàşian ve şâkiren... Ve lisânen sàdıkan
ve zâkiren... Ve dînen kayyimen... Ve ilmen nâfian... Ve rizkan vâsian... Ve
amelen makbûlen... Ve ticâreten lentebûr...
Allàhümme ahsin akıbetenâ fi’l-umûri küllihâ...
Ve ecirnâ min hızyi’d-dünyâ ve azâbi’l-âhireh...
Allahümme’rhamnâ bi terki’l-meâsî, ebeden
mâ ebkaytenâ...
Rabbenâ âtinâ fi’d-dünyâ haseneten, ve
fil âhireti haseneh, ve kınâ azâben nâr... Ve edhilne’l-cennete mea’l-ebrâr... Bi-rahmetike
yâ azîzü yâ gaffâr...
Allahümme yâ mukallibe’l-kulûb, sebbit kulûbenâ
alâ dînik... Allahümme yâ musarrife’l-kulûb, sarrif kulûbenâ alâ tâatik... Allahümme
yâ muhavvile’l-havli ve’l-ahvâl, havvil hâlenâ ilâ ahseni’l-hâl...
Allahümme yâ hafiyye’l-evtâd, neccinâ mimmâ
nehâf... Allahümme yâ hafiyye’l-evtâd, neccinâ mimmâ nehâf... Allahümme yâ hafiyye’l-evtâd,
neccinâ mimmâ nehâf...
Tekabbe’l-minnâ... Veşfi merdânâ... Ve’rham
mevtânâ... Vağfir zünûbenâ... Ve’stur uyûbenâ... Ve’kşif humûmenâ... Ferric kurûbenâ...
Fakdı düyûnenâ... Ve sellim bilâdenâ ve bilâde sâiri’l-müslimîn... Bi-hürmeti sirri
sûretil-fâtihah!..
.........................
Bir salât ü selâm okuyalım da öyle
dağılalım:
“Allaaahümme salli alâââ... seyyidinâââ...
muhammedinin nebiyyil ümmiyyi ve alâ... aaalihî, ve sahbihî ve sellim.” (3
defa)
Cenâb-ı Hak inşâallah bu salât ü
selâmlarımızı, bizim için şefâat-i Rasûlüllah’a vesîle eder de, hepimiz mağfurîn
zümresine ilhak oluruz.
Allah, bu muhterem misafirlerimizin
hürmetine cümlemizi de mağfurîn zümresine ilhak etsin... Şefaat-i Peygamberîye
de nâil etsin... Yapmış olduğumuz kusurları, biz itiraf ediyoruz; aczimiz,
kusurumuz var. Bu kusurlarımızı ve kabahatlerimizi de Cenâb-ı Hak fadl u
keremi, lütf u inâyeti ile afv ü mağfiret buyursun...
Sübhàne rabbike rabbi’l-izzeti ammâ yesifûn...
Ve selâmün ale’l-mürselîn... Ve’l-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn...
Allah hepinizden râzı olsun... Allah
hepinizin gönüllerinin muradlarını versin... Hasta kardeşlerimiz varmış, onlara
da şifâlar ihsân eylesin...
El-fâtihah!..
29. 06.1975
- İskenderpaşa Camii