|
BİR DEVR-İ KADÎM EFENDİSİNİN ARDINDAN
Ali Fuat Bilkan
Prof. Dr. Abdulkerim Abdulkadiroğlu, 2 Şubat 2006
tarihinde dünyamızdan göçüp gitti. Masada bekleyen çalışmalar,
tamamlanmamış projeler ve yazılar öylece kalakaldı... Onunla ilk kez,
yaklaşık yirmi yıl önce, bir sabah odasında tanıştığımızı hatırlıyorum.
Yüksek lisans ve doktora derslerimize girerken
gösterdiği titizlik ve elyazması eserler konusundaki derin bilgisi
hepimizi etkilemişti. Hoca, öğrencileriyle bir arkadaş gibiydi. Onları
evine davet eder, yedirir, içirir, sempozyumlara yanında götürürdü. Tez
öğrencilerinin hemen hepsiyle ortak bir çalışması vardı. Yayınlanmış
kitaplarının birçoğunda onların emeklerini, isimlerini yazar listesine
ekleyerek teslim ederdi.
Sürekli bir şeyler okuyup yazan ve hayatını mesleğine
adamış bir insandı. Elyazması eserlerde rastladığı hemen her malzemeyi
bir yazı konusu olarak tasarlardı. Gördüğü, yaşadığı hiçbir şeyi
atlamadan, hemen her konuda düşüncelerini ortaya koyardı.
Çay demleme usulünü, bitki çaylarının özelliklerini
ve bitki tıbbını gelen herkese anlatırdı. Odasına girince, bir şey yiyip
içmeden çıkmak mümkün değildi. Hemen her anı çalışmakla geçen ve
yüzlerce makale ve onlarca kitapla Türk irfanına önemli hizmetlerde
bulunan merhum, aynı zamanda nüktedan idi. Öğrencilerine ve mesai
arkadaşlarına kendisine has üslubuyla icat ettiği nüktelerle takılmayı
severdi.
Zengin tarih, din ve edebiyat birikimiyle herkesi
hayrette bırakan bir müfettişti o... Uzun süre Diyanet müfettişliği
yaptığı için ilmî çalışmalarında olduğu gibi, insanlarla olan
ilişkilerinde de bir müfettiş hassasiyetiyle davranırdı. Soğuk bir
Ankara sabahında cenazeyi uğurlarken ağzımdan gayri ihtiyarî “güle güle
huysuz çocuk” ifadeleri düşüvermişti. Meslektaşlarımdan birkaçı da bunu
duymuştu. Gözlerimiz yaşararak hocamızı birbirimize anlatmaya başladık.
Çocuk kadar saf ve hisli, ama bir o kadar da huysuz... Ondaki huysuzluk,
eski zaman efendilerine has bir karakter özelliğiydi. Ruh yapısı,
hasletleri, yetişme tarzı ve mizacı, onu farklı bir şahsiyet haline
getirmişti. Kesin kabulleri ve retleri belki de bundan
kaynaklanmaktaydı, kim bilir…
Yıllar önce Mekke’deki tünel faciasında vefât eden
rahmetli hocamız Amil Çelebioğlu’nun Ankara’ya gelişlerinde hep
Abdulkerim Bey’in evinde toplanırdık. İki katlı evin alt katı bir
kütüphaneden farksızdı. Hoca, misafirlerini burada ağırlardı. Yedirip
içirmeyi, birilerine bir şeyler ısmarlamayı çok severdi. Ailece
görüştüğümüzde de mutlaka Kastamonu yemeklerini ikram ederdi. Onunla
İstanbul’u gezmek ayrı bir keyifti. Kaldırım taşı olarak kullanılan bir
namazgâh taşının etrafında hayıflanarak dolaşması, tarihî eserlerimizin
perişanlığını ve bakımsız mezarlıkların hâlini anlatarak yakınması, onun
mesuliyet anlayışının tipik özelliği idi. Bütün bir ülkenin yıkılmış,
yağmalanmış, ihmal edilmiş değerlerinden kendisini sorumlu mevkiinde
görür ve hemen sağa sola mektuplar, şikayetnameler yazardı. Tabiî olarak
zaman zaman bunun ölçüsü de kaçardı.
Hocamız Prof. Dr. Abdulkerim Abdulkadiroğlu, Türk
kültürü ve folkloruna ait hemen her şeyi derleyip bir yazı konusu
yapardı. Kaybolmaya yüz tutmuş kültürel unsurları ve çoğu şifahî kültüre
ait, henüz yazıya geçirilmemiş konuları, bir vesileyle dergi ve
gazetelere taşırdı. O, yazılarında en küçük ayrıntıları, çoğu zaman
dikkat ve aldırış etmeden yanından geçtiğimiz hususları dile getirirdi.
Nitekim birçok kimsenin adını bile duymadığı ‘keşkek taşı’, ‘sadaka
taşı’, ‘kuş evleri’, ‘nahhât’ (ağaç oymacısı) gibi kavramlar, onun
etraflı araştırmalarıyla unutulmaktan kurtulmuştur. Adı sanı bilinmeyen
faziletli kişileri, Çöpçü Ömer Ağa’yı, Kastamonulu Deli Eşref’i, Murat
Çavuş’u anlatarak, toplumun kültürel hafızasını canlandıran ve
kaybolmaya yüz tutan nice güzelliklerin yeniden yaşamasına vesile olan
merhum hocamız, “Davulcunun Edebi” adlı yazısında bir nezaket ve fazilet
timsalini şöyle anlatır: “Kastamonulu Davulcu Karayılan (Mahir Dağlı)
merhum, davul çalarken camilere ve mekteplere ilâveten bildiği beşikte
bebeği olan ev ve ölümü beklenen yatalak hastaların bulunduğu ev
önlerinden geçmesi gerektiğinde, tahminen beş adım önce davula vurma
işine ara verir; bu sessizliği beş adım geçinceye kadar sürdürürdü. Ezan
sesi duyduğunda ise, davul çalma işine kesinlikle ara verirdi.” (Güncel
Yazılar, Ank. 1997, s.557)
Hoca, yirmi dört yıllık bir üniversite hocalığı ve
ondan önce de on altı yıllık devlet memurluğu boyunca, birçok idarî
görevde bulunmuştu. Özellikle Van ve Kastamonu gibi öğretim üyesi
ihtiyacı duyan illere görevli olarak gitmiş ve oralarda bulunduğu süre
içerisinde şehirlerin kültür hayatıyla ilgili çalışmalar yapmıştı. Van
Kütüğü, Yozgat Meşhurları, Safranbolu Meşhurları ve son çalışmalarından
olan Gaziantep Meşhurları gibi eserleri, şehir biyografilerinin önemli
numuneleridir. Vefâtına kadar yazdığı otuzu aşkın kitabı, üç yüze yakın
makalesi, gazete yazısı ve denemesi ve yirmi civarında tebliği, onun ne
denli velût bir bilim adamı olduğunu göstermektedir.
Hoca, el değmemiş konularla uğraşmayı severdi.
Şer’iyye sicilleri, tapu tahrir defterleri, vefeyâtnâmeler, vakfiyyeler,
mühimme defterleri, onun severek çalıştığı arşiv malzemeleriydi. Onun,
bir nevi seyahat vesikaları sayılan Kastamonu Jurnal Defteri üzerine
yaptığı çalışma, türünün ilk örneklerindendir. Bursalı İsmail Beliğ’in
eserleri hakkında yaptığı çalışmalarla, birçok önemli eseri
araştırmacıların hizmetine sunan hoca, bilimsel çalışmalarda ana
kaynakların önemine sık sık dikkat çekerdi.
Onun çok küçük yaşlarda hafızlık eğitimi alması ve bu
sayede Arapçayı çok iyi bilmesi ve bilimsel çalışmalarında Farsça
kaynaklardan yararlanabilmesi, Osmanlı edebiyatı sahasındaki
araştırmalarında önemli avantajlar sağlamıştır. Hoca’nın, edebî eserleri
değerlendirirken, rahatça ayet ve hadisleri referans olarak göstermesi,
dinî kaynaklara hâkimiyetini göstermekteydi. O, kendisini sadece
bilimsel çalışma alanının dar koridoruna mahkum etmemiş, halk edebiyatı,
tasavvuf, kültür tarihi, şehir biyografileri gibi pek çok farklı
disiplinde eserler verme başarısını göstermiştir. Prof. Dr. Abdulkerim
Abdulkadiroğlu, aynı zamanda güncel konularda da yazılar yazmış ve bir
bilim adamının millî hassasiyetini yansıtan önemli düşüncelerini dile
getirmiştir. Şair ne güzel demiş: “Hezâr gıpta o devr-i kadîm efendisine
/ Ne kendi benzer kimseye ne kimse kendisine”.
Merhum Abdulkerim Abdulkadiroğlu, ilim hayatı,
karakteri, hasletleri, duygu ve düşünceleriyle, bir eski zaman insanı
idi. Ruhu şâd olsun.
13.02.2006 - Zaman Gazetesi
|