GURBETTE ÖLÜMAkif Emre
8.02.2001 Yeni Şafak
Yurt dışında olduğum sırada dünyanın en uzak köşesinden gelen bir ölüm haberini aldığımda her geçen gün daha da ağırlaşarak Türkiye’nin realitesi haline gelen “yurtdışı” olgusunun çevremizi ne kadar sardığını, ülkenin ufkunun her geçen gün daha da sarmakta olduğu hissine kapılmadan edemedim kendimi. Türk insanı artık zorunlu gurbetleri, zorunlu sürgünleri yaşamaya alışıyor.Gurbet duygusu başlı başına hüzünlü çağrışımları beraberinde getirir. Hasret, mahrumluk ve mahsunluk duygusudur ülkenin uzaklarında olmak: tek başına uzakta yaşamak zorunda olmak bile yakıcı bir hasrettir.
Postmodern darbenin ağırlığını en iyi simgeleyen olay bir cemaat liderinin, kendisini dini referans çerçevesinde anlamlandıran bir kişiliğin son nefesini yurt dışında veriyor olmasıdır. Türkiye’nin ne türden bir siyasal ve toplumsal gerilim içinde olduğunu bu ölümden daha iyi açıklayacak bir olay yoktur.
Herkes biliyor ki, sebep olarak ne gösterilirse gösterilsin ilan edilmemiş bir sürgün hayatını yaşamaya mahkum edilen insanların sayısı gittikçe artıyor. Çevresinde binlerce seveni, bağlısı bulunan birçok isim sanal bir tehdit algılamasının getirdiği dayatmalar sonucu adeta sürgün hayatı yaşıyor. Dünyanın değişik bölgelerinde 1980’den itibaren başlayan sürgün dalgası sembolik isimleri uzaklarda bir hayatı yaşamaya zorluyor. Bunun anlamı, bu ülkeyi en son terkedecek/veya hiç terk etmeyecek Müslüman Anadolu insanın etrafında öbekleştiği isimlerin yurtdışında ölümlere mahkum edilmesidir.
Postmodern darbe sahiplerinin bile, başının en sıkışık olduğu dönemde kapısını çalacağı büyük kitlenin ülkeden sürülmesi anlamına geliyor dersek abartmış olmayız. Sahiplerinin, psikolojik olarak topraklarından sürüldüğü, umutlarını, beklentilerini yitirdiği bir ülke olmaya doğru sürükleniyoruz. Sırada kim bilir hangi gurbet ölümleri var.
Bu sarsıcı sonuç, ülkeyi tehdit kamplarına bölenlerin eserleri karşısında düşünmelerini, elde ettikleri sonucun ülkeyi nereye götüreceğini bir kez daha gözden geçirmelerini zorunlu kılıyor. Dini inancın en küçük toplumsal yansımalarına bile tahammül edilmediği, din ve düşünce gibi var oluşsal bağların insanlar için hayatlarının kararması pahasına savunmaya çalıştıkları zor seçenek haline getirildiği bir ülkenin siyasal sisteminin ismi ne olursa olsun içinde yaşayanlar için bile bir sürgünler ülkesi olmaya adaydır.
Bir ülkenin en yerli unsurlarının, en muhafazakar (siyasal ve kültürel anlamda) unsurlarının kendilerini sürgünde, gurbette hissettiği hiçbir yapı ayakta kalamaz; toplumsal ve siyasal mozaikleşmeye doğru sürüklenir.
Bu manzara sağduyu sahibi, kendini bu ülkenin geleceği ile özdeşleştiren kitleler açısından da sarsıcı olacağı muhakkak. Siyasal propagandanın (indoctrination) neyin gerçek neyin sahte olduğu konusunda zihinleri iyice bulandırdığı dönemlerde hayli açıklayıcı, sarsıcı dahası şok etkisiyle insanları uyandırıcı sonuçlar doğurur. Belki, kitlelerin gözünde neyin ak neyin kara olduğunun netleşmesi için bu tür ölümler, sarsıcı olaylar çok şey söylemekten daha açıklayıcı olabilir. Zaten ölüm kendi başına bir mesajdır; bir ibrettir.
Türkiye dışarıdan hiçbir sağduyu sahibinin kabul edemeyeceği böylesi bir manzara arz ederken, en azından tanımı gereği muhalefet çağrışımı yapan aydınların/medyatörlerin bu konuyu değil de kimin yerine kimin geçeceği ya da kimin hangi siyasi partiyi desteklediğini tartışmaları gündemi saptırmaktan başka bir şey değildir.
Bir zamanlar askeri darbelerin baskısıyla sürgüne gidenlerin postmodern darbelere alkış tutmaları; insanların yurtdışına yaşamak zorunda kalışlarını eleştirmek, onlara sahip çıkmak yerine gizli bir sevinçle doğacak boşluktan kendi hesabına pay kapmaya kalkışmaları, tarihi sükunete bürünmüş yığınların elemi üstünde rant koparmaktan başka bir şey değil.
Olanca iddiasına ve vermiş olduğu görüntüye rağmen hep iktidar odaklarından yana tavırlarıyla konum ve etkinlik kazanma peşindeki Türk seçkinleri, intelijensiyası bastıkları zemini kayganlaştırdıklarının farkında değiller henüz.