EY ADAM DOĞURAN ADAM, GÜLE GÜLE GİT

Mustafa İslâmoğlu

9.2.2001 Yeni Şafak


28 Şubat post-modern darbesi, sıra dışı bir müdahaleydi. Baskı ve zulüm yöntemleri de sıra dışı oldu. Bu müdahalenin zulüm çetelesini tutanlar, görünenin dışında bir çok görünmeyen mağdur ve mazlumun varlığını gün geçtikçe daha net görecekler.

 Sırf benim dinlediğim öyle iç paralayıcı, öyle dehşetengiz 28 Şubat dramları var ki, bırakın yaşamayı, bunları dinlemeye bile tahammül edemiyor insan. Prof. Es’ad Coşan Hocaefendi de post-modern darbe sürecinin görünmeyen mağdurlarından biri. Evet, doğrudur “gönüllü sürgün” ifadesi, hatta yumuşatıldığı bile düşünülebilir. 

Her biri hicretin ebedi gelini Hacer gibi dünyanın dört bir yanına hicret etmek zorunda bırakılan başörtüsü mağduru kızlar da, merhum Es’ad Hoca gibi birer 28 Şubat sürgünü değiller mi? Bu ülkenin kendisine zindan edildiği, yaşam alanı daraltılan ve birinci tehdit ilan edilip kendilerine “topyekün savaş” açılan dindar kesimlerine mensup kaç kişi, yurdunu yuvasını, evini barkını, hatta ülkesini yaşlı gözler ve kırık gönüllerle “Ya Kahhar!” çekerek terk etmiştir. Allah bilir.

Es’ad Coşan’ın, Fethullah Gülen’in ve bu ülkenin yetiştirdiği daha bir çok değerin gönüllü-gönülsüz sürgüne tabi tutulması elbette bu ülke adına bir utanç ve kayıptı. Fakat ben bu post-modern sürgünleri, cüz’î şerle küllî hayrın murad edildiği ilahi bir ‘atama’ olarak algılama taraflısı oldum. Kimi dostlar bu görüşüme ısrarla karşı çıksalar da, ben bu post-modern sürgünleri birer ‘hicret’ olarak değerlendirdim. 

Tüm hicretler, bardağın boş yanına bakınca birer ‘kaçıştırlar’. Eğer şeytanın gör dediği yerden bakılırsa en soylu hicretler bile böyle değerlendirilebilir. Fakat, aslında her hicret bir heyelandır. Heyelanlar, ilk bakışta bir felaket, bir âfet gibi görünürler. Zemin kaymasıdırlar ve kimi zaman can da yakarlar. Fakat, her heyelanın görünmeyen güzel bir yüzü daha vardır; yorgun toprakların dinç topraklarla yer değiştirmesi, bir tazelenme, yenilenme...

 Dünya tarihinde iz bırakan tüm medeniyetler büyük göçlerin sonunda gerçekleşmiştir. Kavimler ana yurtlarında hiçbir şeyken, göç ettikten sonra tarihe damga vurmuşlardır. Tarihin en büyük iman hamleleri, sürgünlerin, göçlerin ardından yaşanmıştır. Hz. İbrahim’in gönüllü sürgünü, Hz. Yusuf’un zoraki göçü, Hz. Musa’nın ‘isra’sı, Hz. Muhammed’in Hicret’i gibi... 

Anadolu’daki İslâm’ın kendisi de bir göçün, hem de büyük ve organize bir göçün eseri değil midir? Âlimleri, gazileri, dervişleri nasıl unuturuz? Rumeli’de ve Balkanlar’da İslâm’ın temellerini atan Sarı Saltuk’u nasıl unuturuz? Öldüğün zaman cesedinin hangisinde olduğu bilinmeyen yedi tabut hazırlatılıp, bunların Macaristan’dan İsveç’e, Dobruca’dan Moskova’ya kadar tek tek belirttiği yerlere gömülmesini vasiyet etmişti. Avrupa’daki İslâm’ın müstakbel sınırlarını tabutlarıyla çizen bu adamın Medeniyet bilincine bu ülkenin asil ve cins evlatlarını gözünü kırpmadan harcayan yönetici aklının aklı erer mi, havsalası alır mı?

Es’ad Coşan, git gide rafineleşen ve tortularını atarak yaygın bir halk eğitim müessesesine dönüşen Anadolu sûfîliğinin en şuurlu ve dik duruşlu önderlerinden biriydi. İlimle, kitapla, kalemle ünsiyeti olan ve ‘mahsus’ (hisse dayalı) değil ‘mansus’ (nassa dayalı) bir tasavvufi kola mensup olması, görüş ve düşüncelerini gittikçe daha berrak hale getirmişti. Bakınız ne diyor:

  “Lütfen beni de sivriltmeyiniz... Her biriniz kendiniz hizmet ediniz... Bir tek kişinin çalışmasına bağlı olan çalışma, çalışma değildir. Mühim olan İslâm’a hizmettir... Hepinizi şuura davet ediyorum, göreve davet ediyorum, İslâm’a hizmet etmeye davet ediyorum, Hakka tabi olmaya davet ediyorum, körü körüne hareket etmemeye davet ediyorum. Müslümanlar fikir farklarına rağmen işbirliği yapmasını öğrenmek mecburiyetindedirler!” 

Bu cümlelerin altına hangi aklı başında müslüman imza atmaz? Merhum “aşırı yüceltmeye”, “insanüstüleştirmeye” açıkça tavır alıyor. Müntesiplerini ‘gölge’ değil ‘şahsiyet’ olmaya davet ediyor. Müminleri duygu, düşünce ve iş birliğine davet ediyor. Adeta bir vasiyet gibi olan bu son konuşmasının bir yerinde lokomotifi olduğu meşrebi de aşıp engin ufukları kucaklayan şu çağrısı, onun yaşadığı son acılardan hakikat ve bilinç damıttığının en güzel göstergesi:

“Ben, Allah’ın rızasına uygun hayat tarzını hedef alıyorum. Yani ben, illa mutasavvıf olacağım diye yola çıkmış değilim, ben Allah rızasını kazanmak için yola çıkmışım. O yol beni nereye götürürse ben oyum!... Biz insanlara “Derviş ol!” diyoruz, halbuki “Ehl-i Kur’an ol, ehl-i hadis ol!” dememiz lazım. Çünkü Kur’an münakaşasız bir rehberimiz, Peygamber Efendimiz münakaşasız bir önderimiz. Sen Kur’an’ın hakiki ehli ol, ben senin ayağını öpeyim...” 

Bu, işte bu!  Ruhuna sağlık üstadım; imanına, izanına, irfanına, ihsanına sağlık!..  Güle güle git; yolun da bahtın gibi açıktır, gözün de yüzün gibi aydın olsun! 

(...)

Bize oralardan dua et üstadım! Buralardan ağıt sesi duyarsan sanma ki senin içindir; kalanlar kendi hallerine ağlıyorlar, ağlasınlar; ağlasınlar ki seni ve senin gibi adam doğuran adamları anlasınlar!  Güle güle git! Makamın cennet olsun!

içindekiler | ana sayfa