TARİKAT GERÇEGİ VE İDEOLOJİK YALANLAR

Ali ÜNAL
9.2.2001 Zaman

Türkiye'de cumhuriyet tarihinde iki konuda objektif söz söyleyebilmek adeta imkânsız denecek derecede zordur: İslâm ve temelleri, genel karakteri, ana mahiyeti ve tarihiyle Türk cumhuriyet rejimi. İslâm hakkında konuşmak zordur, çünkü:

1. Cumhuriyet'in ilk yıllarından beri rejimin İslâm'a yaklaşımı bütünüyle ideolojiktir.

2. Rejimin İslâm hakkında, onun bilhassa bazı yanlarına yüzde yüz ters cephe almaktan gelen peşin şartlanmışlığı vardır.

3. Türkiye'de düşünce ve ilim hareketi, büyük ölçüde rejimin kontrolünde olmuştur ve bilhassa eğitim sahasında açıkça görülen bu vakıa, İslâm'ı, bilhassa bazı yönleriyle menfî tanıtmayı esas almaktadır.

4. Konunun konuşulmasına mani kanun maddeleri vardır.

5. Mevcut şartlarda yetişen ilim ve düşünce adamlarının tamamına yakını İslâm'ı bir din olarak zihinlerinde, kalplerinde ve günlük hayatlarında yaşamadıkları için, tecrübe etmedikleri için, onu içinden anlamaktan mahrumdur ve sadece sosyal bir vakıa olarak ele almaktadırlar.

İkinci olarak, din ve İslâm hakkındaki kaynak ve hareket noktaları, tamamen Batı menşe'li ve modern düşünce temellidir. Rahmetli Sabri F. Ülgener'in, Batı'da yapılan İslâm çalışmaları hakkında ortaya koyduğu tespit, bu husustaki genel tavrı en güzel şekilde yansıtmaktadır: “Nerede ve ne vakit İslâm'dan söz edilse, çizilen tablo hareketsizdir. Kâh ilk ve öz kaynaklardan ‘devşirme', kâh yüzyıllar sonrasının derviş cezbesinden aktarma; fakat her defasında Batı'dakine yüzde yüz ters olmasına dikkat edilerek seçilmiş inançların basit, tek katlı bir kesit üzerine resmedilişi!” Cumhuriyet tarihinde, bu tarih ve rejim hakkında objektif konuşabilmek de imkân dışıdır.

Bu hususu burada irdelemek konumuzun dışında olmakla birlikte, sadece şu kadarını belirtelim ki, geçende bir Tv kanalında Mehmet Barlas'la tartışan ADD'nin ‘burslu', peşin yargılı bindirilmiş kıt'aları, zannediyorum, İngiltere ile, Kurtuluş Savaşı'ndan itibaren Türkiye Cumhuriyeti ve onun kurucuları arasındaki münasebetleri hiç bilmezler; meselâ Emanuel Karaso ve Hayım Naum isimlerini hiç duymamışlardır. Bilmemişlerdir ve duymazlar; çünkü, en azından Falih Rıfkı'yı bile okumamışlardır; Birinci Meclis'in zabıtlarıyla, o dönem Türk—İngiliz münasebetlerinin başmimarı ve İngiliz politikasının en önemli karakteri Lord Curzon'un hatıralarını hiç görmemişlerdir. Çünkü, Birinci Meclis zabıtlarını açıp okumak bizde, Lord Curzon'un hatıralarının gün yüzüne çıkarılması ise, bu konudaki devlet geleneklerine rağmen İngiltere'de hâlâ yasaktır. Evet, ülkemizde İslâm hakkında konuşmanın önündeki engeller, tarikat gerçeğinin de, ne yazık ki kapalı kalmasına sebep olmaktadır. Kur'an—ı Kerim'de Peygamber Efendimiz'in ana fonksiyonları, “Allah'ın kâinatta ve insan hayatında kevnî kanunları; Kur'an'da inanç, ibadet, muamelât, ahlâk ve ukubat kaideleri, bunların dayandığı iman, ibadet esasları ve hakikatleri olarak tecelli eden âyetlerini insanlara okuma; zihinlerinin yanlış bakış açısı ve yanlış kabullerden, kalplerinin batıl inanışlardan temizlenip, nefislerinin günahlardan arındırılması, eğitilmesi ve güzel ahlâkla bezenmesi mânâsında onları tezkiye; ve tezkiye edilmiş, yani arındırılmış zihinlere ve kalplere Kitap'ın, Hikmet'in ve bilmedikleri daha başka şeylerin ilmini yerleştirme” olarak zikredilir. Tasavvuf, bu üç ana fonksiyonun daha çok ikincisini üstlenmiş bir disiplin, tarikat ise, bu disiplinin tahsil mektebidir.

Tamamen dinî, din, ferdî ve içtimaî bütün boyutlarıyla insana hitap ettiği için de elbette içtimaî bir boyutu olan tarikatlar, Anadolu Türk tarihinin en önemli vakıalarından biridir. Bu mektebin vücud verdiği tekke ve zaviyeler Cumhuriyet'le birlikte kapatılmış olsa da, tasavvuf ve tarikat gerçeğini ne zihinlerden, ne de içtimaî hayattan yok etmek mümkün değildir. Çünkü bu, yalnızca İslâm'da ve Türk tarihinde değil, bütün insanlık çapında en tabiî bir insanî realitedir. Ne var ki, en son merhum Esad Coşan Hocaefendi'nin vefatı münasebetiyle de şahit olduğumuz gibi, ülkemizde İslâm karşıtlığı ve düşmanlığının ana kaleleri olma fonksiyonu gören bazı medya organlarında bu mevzu yine çarpıtılmış ve iğrenerek takip ettiğimiz üzere, ülkemizin ilim ve mânâ semasının artık çok az doğan yıldızlarından birinin yâd ellerdeki vefatı ile, yine İslâm karşıtı bir rant elde etme çabası sergilenmiştir.

Neredeyse bir haftadır, konumu gereği objektif olma zorunluluğu duyanlar da dahil olmak üzere, mevzu hakkında konuşan bütün malûm çevreler, asla doğruyu söylememiş ve gerek umumî mânâda tarikatlar ve husûsî mânâda Nakşîlik, gerekse Esad Coşan Hocaefendi'nin fonksiyonu hakkında doğru değerlendirmelerde bulunmamışlardır. Kaldı ki, bu çevreler tarikat konusunda da katiyen samimî değildirler.

Çünkü onlar, Deniz Baykal'ın bile, inşa—Allah gördüğünü umduğumuz bir gerçeği dahi ters yüz edebilmekte, yani, Şeyh Edebali'ye katlanamazken, tarikat mensubu oldukları halde, sadece İslâm içinde istismar edilebilir bir mahiyette ve heterodoks bir kimliğe sahip oldukları için, meselâ Şeyh Bedreddin'i yüceltebilmekte, tarih içinde, mensup bulundukları asıl inanç kültüyle rahatlıkla bağdaşabildiği için, meselâ Melâmiliğe, Bektaşiliğe kucak açabilmekte; İslâm'ın bütün dünyada bilhassa manevî boyutuyla yayılabilmesinin önüne geçebilmek için, manevî bir öğreti halinde takdim edilip, bütün dünyada önü açılmaya çalışılan Budist ve benzeri felsefeler hakkında reklam mahiyetinde saatlerce yayın yapabilmekte; hepsinden öte, kökleri tamamen dışarıda, bütün şubeleri bu köke veya köklere bağlı, dolayısıyla kanunlarımızca yasak olması gereken ve bütünüyle gizli ritüelleri bulunan bir tarikat mahiyetindeki masonluğa ve onun alt kollarına ses çıkarmak şöyle dursun, pek çokları itibariyle bu tarikatın bizzat mensubu olabilmektedirler. Artık herkesin çok yakından tanıdığı bu çevrelerin bu tutumlarını ve bu tutumların altındaki gerçek niyeti, dileriz ki, bu ülkenin gerçekten samimi ve onun sadece yücelmesini isteyen yetkilileri görebilsin!.

içindekiler | ana sayfa