Prof. Dr. M. Es'ad Coşan Rh.A Hocaefendi'nin babası Halil Necati Efendi ile İslâm mecmuasının 159. sayısında yapılan röportajı, Hocaefendi'nin vefatının 5. yıldönümü münasebetiyle istifadenize sunuyoruz. HAFIZ HALİL NECATİ
EFENDİ: Coşkun Yılmaz Soru: Efendim doğum tarihinizi öğrenebilir miyiz? Cevap: 1322 (1906) yılında doğmuşum. Soru: Doğum yeriniz hakkında bilgi verir misiniz? Cevap: Çanakkale'nin Ayvacık Kazası'nın Ahmetçe Köyü'nde doğdum. Köyümüzün insanları, birbirlerine saygılı insanlardı. O zamanlar okul pek yaygın olmadığından cahildiler, ama dürüst insanlardı, hakka hukuka riayet ederlerdi. Hiç hırsızlık olmazdı. Uygunsuzluk, ayyaşlık yoktu. Cuma günü köyün pazarıydı. Herkes satılacak malını getirir, caminin önüne koyar giderdi. Hiçbir zarar olmazdı. İnsanlar birbirlerine sevip sayarlardı, güvensizlik yoktu. Soru: Babanızın işi neydi? Cevap: Babam ilmiyyedendi. Fatih Medreseleri'nde, amcam Molla Mustafa'yla tahsil yapmışlar. Fatih Medreseleri'ne kıble tarafından girince "Baş Kurşunlu Medresesi" denilen yerde, üçüncü odada 9 sene kalmışlar. Sonra seferberlikte askere gittiler. Ulum-u diniyye'den mücazdılar. Küçük amcamız, seferberlik çıkınca icazet alamadan askere alınmış. Üçü de Çanakkale Harbi'ne iştirak ettiler. Soru: Babanız kaç kardeşti? Cevap: Üç kardeştiler. Soru: Üçü de cepheden dönemediler mi? Cevap: Evet, üç kardeşin üçü de savaşta şehit oldular. Molla Mustafa Amcam Gazze'de şehid olmuş. Siperden çıkıp silah elindeyken alnından vurulmuş. Küçük amcam da kayıp. En son Silifke'den haberi gelmişti. Babam seferberlikte "mekkare" (ulaştırmacı) imiş. Sağ el orta parmağında hafif bir sakatlık olduğu için gayri müselleh idi. Vefatı askerde oldu. Çanakkale'de bulundu. Sarıkamış'tan mektubu gelirdi. Çok güzel yazısı vardı, muhafaza edemedik. Nerede vefat ettiğini bilemiyoruz. Soru: Kaç kardeşsiniz? Cevap: Üç kardeştik. Bir ablam vardı, bir de küçük kız kardeşim. Onlar benden evvel vefat ettiler. Birisinin adı Ümmü, diğerinin de Fevziye'ydi. Soru: Efendim, sizin 'Sülale-i Tàhire'ye (Hz. Peygamber'in ailesine) mensubiyetiniz nereden geliyor? Cevap: Babaannemden geliyor, babaannemin baba tarafından. Onlar Buhara'dan gelmişler. Ancak bunu kendisine soramadık, Ayşe Halamız vardı, o anlattı. Ayşe Halamız çok sâfi idi, olgun bir insandı. Tanıdıklar cephede şehid oldukça, o -daha bir yerden işitilmeden- haber verirdi. Halamın evliya olması ihtimali çok kuvvetliydi. Ayşe Halam'ın -babamın da- annesi, Dudi Ninem de mükemmel bir fıkıh hocasıydı. Soru: İsminizi kim verdi? Cevap: İsmimi babam ve dedem verdi. Dedem, babasının adı "Halil" olduğu için, "Halil olsun" demiş. Babam da "Necati" adını istediğinden ve iki isteği de birbirinden ayırmayıp yerine getirmek için adımı "Halil Necati" olarak belirlemişler. Dedemle babamın müşterek karan ile adım konulmuş. Soru: Efendim, annenizden bahseder misiniz? Cevap: Annem çok iyi bir insandı. Rikkatli, merhametli, çalışkan bir insandı. Ölünceye kadar beraberdik. Dedem, üç gelini içerisinde annemi öz evladı gibi severdi. Annem de onlara annesi, babası gibi hürmet ederdi. Hizmetlerini yerine getirmeye büyük gayret sarfederdi. 1950'lere kadar yaşadı. Tarihini not etmemişim, vefat ettiğinde yıl 1953'tü. Yeni memurdum, annem köyümüzde vefat etmişti, izin alamadığımdan cenazesine gidemedim. Soru: Babanızın vefatından sonra sizi kim himaye etti? Cevap: Dedem Molla Abdullah baktı bize. Dedem de çok iyi bir insandı. Dindar, gayret-i diniyye sahibi, hamiyetperver, iyilikperver bir insandı. Babamın şehadetinden sonra hamimiz dedemdi. Beni okutan, okula gönderen, ilim tahsilime gayret eden de kendisiydi. Arpayı, buğdayı, Bayramiç Kazası'nın köylerinden temin edip getiren oydu. 1928 senesine kadar beraberdik, o sene vefat etti. Ben o zaman 22 yaşındaydım. Soru: Aileniz Gümüşhanevi Hazretleri'yle nasıl tanışmışlar? Cevap: Dedem Süleymaniye'de bir müddet mollalık etmiş. Mollalık ettiği zamanlarda Gümüşhaneli Hacı Ahmed Efendi Hazretleri orada vazife yapıyorlarmış, postta imişler. Dedem ona intisab etmiş, sonra mollalığım devam ettirememiş, köye dönmüş. Köye döndükten sonra babamlar yetişmiş, Gümüşhanevi Hazretleri henüz postta iken birisi vasıtasıyla Fatih Başkurşunlu Medreseleri'ne babamları, üç kardeşi götürmüşler. Babamlar icazetini alamamış, icazet alıncaya kadar, dokuz sene müddetle orada kalmışlar. Tahsillerini bitirdiklerinde tabii seferberlik olmuş, askere çağrılmışlar. Soru: Dedenizi ya da babanızı Gümüşhanevî Hazretleri'nin evlatlık edinmek istediğini duymuştuk... Cevap: Evet, büyükbabam Molla Abdullah hizmette gayretli, çok çalışkan bir insandı. Halini, huyunu, gayretini sevdiği için iltifat olarak ayrıca "Evladım ol" diye buyurmuşlar Hacı Ahmed Efendi Hazretleri. Soru: Gümüşhaneli Dergâhı'na intisabınız nasıl oldu? Cevap: İntisabım da şöyle olmuştu: Hasan Hilmi Hazretleri'nin zamanında tahsilini yapmış, Bayramiç Kazası'nın Çırpılar Köyü'nden Hacı Ali Efendi vardı; Hasan Hilmi Hazretlerine intisab etmiş, iki defa da halvete girmiş. Tahsilini bitirdikten sonra köyüne dönmüş, -Çırpılar köyü Kazdağı'nın hemen eteğinde yer alan 80 hanelik bir köy- malî durumları iyi imiş. Muhitinin yardımlarıyla da köyünde 23 odalı bir medrese yapmış. O zamanın usulü dairesinde izin aldıktan sonra resmen orada faaliyete geçmiş ve yüzlerce talebe yetiştirmiş. İlk intisabım 1928'de ona oldu. Elhamdülillah o zamandan beri de bu yolun içindeyiz. Soru: Çırpılarlı Ali Efendi'yle nasıl tanıştınız? Cevap: Dedem, Çanakkale'de şehit olan babamlardan beklediği hizmeti göremediği için beni oraya okumaya götürdü. İki sene kadar orada kaldık. Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarıldıktan sonra medreseler kapatıldı, biz de oradan ayrıldık. Soru: Kendilerine talebe olduğunuzda kaç yaşınızdaydınız? Cevap: On yedi yaşımdaydım. Soru: Çırpılarlı Ali Efendi'yi anlatır mısınız? Cevap: Çok mükemmel, çok sevimli bir insandı. Mum gibi bir yüzü vardı. Melek gibiydi. Uzunca boylu, zayıf yüzlüydü. Allah'ın evliyasından olduğu açık seçik meydandaydı. Askerden Edremit'e geldi, Dereli Köyü'ne gittik. İhvandan üç kişinin olduğu bir evde bana dersi kendisi teklif etti. "Efendim yapabilir miyiz acaba?" dedim. "Sizin bizim yanımızda kıymetiniz altın külçesinden fazladır" diye iltifat etti... Soru: Medresesi duruyor mu? Cevap: Hayır. Yıkıldı, yıkmışlar. Yerini de devlete vermişler. Bu sene bir anma merasimi yaptık. Es'ad, yeni yer bularak Ali Efendi'nin medresesini ihya etmek istiyor. Soru: Medrese kapandıktan sonra ne yaptınız? Cevap: Köyde kendi işlerimizle uğraştık. Mahsulümüz zeytindi. Yapılması gereken işler bunlardı. Zeytin üreticiliği diyebiliriz. Lazım gelen hizmetleri devamlı yapardık. Soru: Hafızlığa kaç yaşında başladınız? Cevap: 9 yaşında hafızlığa başladım. 25 yılda hafızlığımı tamamladım. Hocamız Çankırılı Mustafa Efendi'ydi. Aslen Çankırılı ancak tahsilini İstanbul'da yapmış. Köyde, çocuğu olmayan bir kadın bunu evlatlık edinmiş. Sonra da köyün hocası olmuş. Ben de hıfzımı onda tamamladım. Aynca ibtidaî, gayri resmî okullar vardı. Tahsilim orada oldu. İlkokula muadildi. Soru: Efendim, sizin evliliğiniz nasıl oldu, geriye dönüp baktığınızda hayat arkadaşınızla ilgili neler hissediyorsunuz? Cevap: 1928 senesinde, 22 yaşında evlendim. Allah kendisinden razı olsun. Hep rahmetle anıyorum. Biz nişan yaptığımızda, Şadiye Hanımefendi'nin yaşı küçüktü, üç sene nikahlı kaldıktan sonra cemiyet yapabildik. Çok muhterem, gün görmüş, zeki, sevilen ve sayılan bir insanın kerimesidir. Kayınpederim Ahmet Çavuş ağabey olarak, kardeş olarak, kardeşlerinin hepsini iş sahibi yapmış, kendi işlerine ortak etmiş çok mahir, iş bilen, iyilikperver, herkesin yardımına koşan, sevilen, sayılan, köyün önde gelen bir şahsiyetiydi. Kerimesi, Şadiye Hanımefendi'yi de terbiye-i İslamiyye üzene yetiştirmişti. Dindar bir hanımefendiydi. Evini, çocuklarını çok severdi. İyilikperver, yardımsever, herkesin yardımına koşan bir yapısı vardı. Komşuluk hukukuna riayet ederdi. Komşuları da ondan çok memnundular. Gönül yıkmamaya gayret ederdi. İçli, hisli bir insandı. Gıybeti hiç sevmezdi. Birisi gıybet edince, "Aman evladım, aman kardeşim, boş ver, günaha girme" diye ikaz ederdi. Hatta o şahıs gıybete devam ederse oradan kalkar giderdi. Adab-ı İslamiyye sahibiydi. Çocuklarımızı da bu terbiye üzerine yetiştirdi. Onların üzerine titrer, ibadetlerini en iyi şekilde yapmalarına gayret ederdi. Çok mahir, ev idaresini bilen, geçim sahibi bir hanımefendiydi. Çok sıkıntılı günler yaşadık. O sıkıntılı günlerimde beni hiç yalnız bırakmadı, hep destekledi, tevekkülle hareket edip evi çekip çevirdi. 7 Ağustos 1964 günü rahmet-i Rahman'a kavuştu. Allah gani gani rahmet eylesin. Soru: Kaç çocuğunuz var? Cevap: Yedi çocuğum var. Birisi '64 senesinde vefat etti. Mithat'ın daha küçüğü Mustafa Enver oğlumuz (üçüncü idi) hastalandı ve vefat etti. Soru: Hocamız kaçıncı evladınız, Çanakkale'de mi doğdular? Cevap: Es'ad, benim dördüncü evladım olur. Çanakkale'de, köyde doğdu. Dört yaşında iken İstanbul'a geldik. Soru: Geliş sebebiniz neydi? Cevap: Çocukları okutmak için geldik. Köyde üç sınıflı okul vardı. Arnavut Cemal Efendi diye bir öğretmen vardı. Namaz kılan memurlar ibadetlerini gizlice yaparken, ihtiyat gösterirlerken, o namazını açıktan kılardı. Mehmet Kazım için "Bunun kadar zeki çocuğa tesadüf etmedim, bunu okut" dedi. Diğerlerini de mahrum etmemek için, İstanbul'dan ortak iş teklifi alınca kalkıp geldik. Yedi çocuklarımın beş tanesi erkekti. Onları okutmak niyetiyle İstanbul'a geldik. Soru: İstanbul'da hangi işlerle uğraştınız? Cevap: İlk iş olarak ticareti seçmiştim. Ticarette başarılı olamadım, daha sonra memur oldum. Soru: Başarılı olamayışınızın sebebi nedir? Cevap:Sermayeyi kaptırdım. Alacağımı, veresiye verdiğim yerlerden tahsil edemedim. Müslüman gördüğüm, hüsn-ü zan ettiğim insanlardan verdiklerimi alamadım. Hem parayı hem de müşterileri kaybettim. Rum tezgahtarımız vardı, bir kısmını da o aldı gitti. Parayı sakladı, fakat, yemek nasip olmadan gırtlak kanserinden öldü. Veresiye defterini de Haliç'e attım, kafama takılmasın diye. Soru: Bu durum karşısında siz ne yaptınız? Cevap: Bu durum karşısında çok sıkıntı çektim. Çok üzüldüm. Sermayeyi kurtaramadık, çocuklar okuyacak. Epeyce sıkıntılı günler yaşadık. Bu günlerde Hüseyin Karagöz, bir gün yine böyle acı acı düşünürken, dedi ki: "Necati, ben bu sıkıntıların sebebini buldum. Biz ulum-u diniyye tahsil ettik, Allah'ın dinini anlatalım diye. Sen hafızsın, ben hocayım, biz tutmuş ticaretle uğraşıyoruz, alacak-verecek hesabı yapıyoruz. Biz bu işi bırakıp asıl işimizi yapalım, bu işlerle uğraşmayalım artık, dine hizmet edecek mesleğimize dönelim" dedi. Ben de zaten, veresiye defterimi Haliç'e atmıştım. Allah rahmet eylesin, o İmam-Hatip Liselerinde öğretmenlik, Gülsuyu Camii'nde imamlık yaptı. Her sahada bilgisi vardı. Maddi yardımları oldu, gönül yardımları oldu. Olgun insandı. İlk Kur'an alfabesini yazan oydu. Beni çeşitli sıkıntılardan korudu. İmamlığa intisabına sebep, işinin bozulmasıydı. Soru: Siz ne yaptmız? Cevap: İşimizin bozulması Aziz Efendi merhuma devama başladığımız zamana denk gelmişti. O sıralarda, Fatih Müftülüğü -Müftülük kurulduktan sonra ilk olarak o muhitlerde boş olan yerlere tayin yapılacaktı- imtihan yapıyordu. Aziz Efendi Hazretleri'ne sordum, "Ne yapalım?" O da, "Çalış da hizmete girersin, cami hizmetlerinde bulunursun" dedi. Bunun üzerine hazırlandım, müracaat ettim. Yapılan imtihanda 110 kişi arasından birinci olmuşum. Bu sonuç üzerine, ifadelerim düzgün olduğundan, bana, "Burada 125 kuruş maaşlı bir Kur'an Kursu kadrosu var, seni, tayinini oraya yaparak, Müftülük'te çalıştırsak olur mu?" dedi, Ben de Abdülaziz Efendi Hocamız'a sordum O da "Münasiptir" dedi. Biz de kabul ettik. Böylece Fatih Müftülüğü'nde göreve başladım. 19 sene devam ettikten sonra emekli oldum. Soru: Abdülaziz Efendi'ye ne zaman intisab etmiştiniz? Cevap: 1952 senesinde intisab ettim. Ona komşu olan Rıza Dedeoğlu vardı. Sonradan Karayolları Birinci Bölge Müdürü olan Rıdvan Dedeoğlu'nun babasıydı. Onunla, ticaretle meşgul olurken tanışmıştık. Tasavvufa ilgim olduğunu anlayınca, beni Aziz Efendi'ye götürdü. Orada tanıştık. Bizzat evine gittiğimiz zaman tanıdık. Onu çok sevdim, çok gönlüm bağlandı. Daha sonra bütün boş zamanlarımı oraya giderek değerlendirdim. Soru: Efendim Abdülaziz Efendi hazretleri hakkında bize biraz daha bilgi verir misiniz? Cevap: Aziz Efendi'nin, Mehmed Zahid Kotku Hocamız'la çok samimi dostlukları varmış. Tekkeye beraber devam etmişler, iki defa halvete beraber girmişler ve dervişlik devreleri beraber geçmiş. Orada, Mustafa Feyzi Efendi (Tekirdağlı) onların hocası imiş. O sıralar Zahid Hocamız zayıf bünyeli imiş ama aynı zamanda çok ibadete düşkün bir kimseymiş. Kendilerini kıskandıracak kadar onu çok severlermiş. Aziz Efendi, kendisi hakkında hal ve meziyetlerinden bahsederken, "Evliya nümunesiydi" derlerdi. Aziz Efendi Hazretleri, bazı kereler tüyleri ürperten bakışlı, ciddi tavırlı görünürdü. Fakat, buna mukabil, misafirlerine ve ziyaretçilerine latif ve çok tatlı olurdu. Münazara edası içerisinde, sohbet vesilesi konuşmalardan çok memnun olurdu. Evlerindeki konuşmalar, gecenin geç saatlerine kadar devam ederdi. Evde abdest alıp yatmaya zaman kalmadan sabah namazı için camiye döndüğümüz zamanlar olurdu. Yalnız olarak yemek yediği, her halde, görülmemiştir. Sofra arkadaşı olan bizleri, kardeş, evlat kabul ettiği için, seviyemize iner, kendi kaşıklarıyla ikram iltifatında bulunurlardı. Dünyaya, dünyalıklara "soğan kabuğu kadar" değer vermezdi. Evinde, elinde olanı sabaha bırakmazdı. Bildiğimiz kadarıyla sıkıntılı bir hayatın içindeydi. Fakat çile ve mihneti zevk kabul ettiğinden durumunu hissettirmezdi. Hep, mesrur görünürdü. Ailece aç kaldığı, aç yattığı zamanlar olurdu. Yaz-kış giyiminde fark olmazdı. Sözle ifadesi zor olan fevkalade bir çok hal ve meziyetin sahibiydi. İlim otoritesi sayılan zatlar, ulum-u diniyye dışında, eğitim ve öğretimi yapılan bütün ilimlere, tahsilini yapmadığı halde vukufiyeti bulunduğunu hayranlıkla anlatırlardı. Soru: Bazı hatıralarınızı anlatabilir misiniz? Cevap: Merhum Aziz Efendi'ye devam ettiğimiz zaman, işlerimiz bozulmuştu. Dertli, sıkıntılı, buhranlı bir hal almıştık. Sohbet esnasında yüksek sele "Allah!" demişim. Aziz Efendi bu Allah sözümü işitince "hah, gusül icab etti" dedi. Aradan bir müddet geçti, üzüntüm devamlı olduğu için farkında olmadan gene "Allah!" demişim. "Hah, yine gusül icab etti" demişti. Bunun manasını anlayamamıştık, ancak, bunun tevbe gusülü olduğunu sonradan öğrendik. Yine beraberdik, evine bir misafir geldi ve üç-beş gün kadar kaldı. Gelen zât Hocamız'ın etrafında genç, sakalsız talebeleri görünce, "Bunlara sakal bıraktırsana" diyor. Hocamız, münasip ifadelerle bu şahsa gerekli cevabı veriyor ve susturuyor. Misafirliği bitip gittikten sonra bir sohbet sırasında o kişinin sakala olan gayreti söz mevzuu olunca dedi ki, "Eğer ticari meselesi olmasaydı, Necati'ye 'bırak' derdim" dedi. O zaman devir başkaydı, sakallılara hor gözle bakılıyordu. Soru: Mehmed Zahid Kotku Hocamız'la ne zaman tanıştınız? Cevap: Aziz Efendi'nin vefatından sonra, dergahta onun halefi sıfatıyla Zeyrek Camisi'ne imam olarak Mehmed Zahid Hocamız atandı. Kendileri ile o zaman tanıştık. Soru: Hısımlığınız nasıl oldu? Cevap: Hocaefendi: Soru: Hangi yıldı? Cevap: 1960 yılıydı. Soru: Sizin 1978 ya da 79 yılında Hocamız'ın Hacc'a gidişlerinde İskenderpaşa'nın avlusunda aranızda bir konuşma geçiyor. Bu konuşmayı aktarabilir misiniz? Cevap: Emekli olduğum zamandı. Hicaz'a gidiyorduk. Bir gün öğle namazını kıldıktan sonra camiden çıkıp, şadırvanın yanına doğru giderken bana, "Necati, biliyorsun, Hicaz'a gidiyoruz. Hizmeti, vazifeyi de Es'ad'a bıraktık" dedi. Ben ölümü düşünmeden, "Uzun müddet orada kalacaksınız, bu olur mu? Biz bu uzun süreye tahammül edemeyiz" dedim. Ardından da "Siz burada olmadan bu iş olur mu7' dedim. O da "Hem de gözümüz arkada kalmadan" dediler. Soru: Hacc'a ne zaman gittiniz? Cevap: İlk olarak 1954'te Hacc'a gittim. Ali Rıza Hakses Fatih müftüsüydü, himmetleri oldu. Marangoz Ahmet Efendi gidemediği için bizi düşündüler. 280 liraya gittik, geldik. 1972'de de dört ay Ramazan ve Hacca kadar kaldık. Toplam on hac, dört de umre yaptık. Haccın birinde de Beyrut'tan dönmek zorunda kaldık. 1960 İhtilali'nin olduğu yıldı. O dönem, Hac mevsiminin içindeydi. Soru: İstanbul müftülerinden Bekir Haki Efendi'yi ziyaretiniz, ve Bekir Haki Efendi'nin Mehmed Zahid (k.s.) Hocamız'la ilgili bir sözü vardı. Cevap: Bekir Haki Efendi görevli olduğum zaman Müftülük'te idi. Kendisiyle münasebetlerimiz vardı. Kendisine hususi hürmetim vardı. Evine sık sık gider ziyarette bulunurduk. Bir sefer Hacc'a giderken durumu anlattım, "Hacc'a gidiyorum" dedim. Hacc'dan dönüp geldikten sonra, uzun müddet ziyaretine gidemedim. Bir ay kadar geçtikten sonra ziyaretine gittim, kapıyı kendisi açtı, ancak "buyur" demedi. "Necati'nin geldiğini işittik. 'Bugün yarın gelir' dedik gelmedi, 15 gün geçti gelmedi, elhamdülillah Necati'ye kavuştuk" dedi. "Hocaefendi bu bizim vazifemiz, bunda bizim manevi faydalarımız var, şeytan geciktiriyor, dua buyurun da böyle ihmalleri bir daha yapmayalım" dedim. Öyle deyince şöyle bir durdu ve "Sizin duaya ihtiyacınız yok" dedi. "Öyle bir kapıya bağlanmışsınız ki, O'nun duası size yeter ve artar". Soru: Bir de Ali Haydar Efendi'yi bir ziyaretiniz vardı... Cevap: Hocaefendimiz, Bursa'dan yeni gelmişlerdi. 2-3 ay kadar geçtikten sonra beraberce ziyaretine gidelim dedik, bahçe içinde ahşap bir evde oturuyorlardı. Geldiğimizi haber verdiler, evin kapısı açıldı ve Hocaefendimiz önde, biz arkada merdivenlerden çıktık. Hocaefendimiz'in diğini duyunca hemen ayağa kalkmaya yeltenmiş, -Kendisi yaşlı, kilolu ve ağır işitirdi-kendisine "Kalkma" demişler. Ama O, kalktı, Hocaefendimiz'e sarıldı ve "Kim, bu zata mı ayağa kalkmayacağım, kim, bu zata mı ayağa kalkmayacağım?' diye yaklaşık on defa tekrarladı. Soru: O muydu, kendileri için "Gümüşhanevî'nin ta kendisidir' diyen? Cevap: Şevket Usta adında biri vardı. Bu sözü o dinlemiş. Ben de Şevket Usta'dan dinledim. Şevket Usta'nın bulunduğu bir sohbette demiş ki, "Hasib Efendi'yi tanırım, çok büyük bir insandı, Aziz Efendi'yi şahsen görmedim ama bir yazısı ile tanıdım, O da herhalde büyük bir insandı. Şu Bursalı'yı görüyor musunuz, Gümüşhanevî'nin ta kendisi." Soru: Hocaefendi rh.a. Hazretleri hakkında bize bilgi verebilir misiniz? Cevap: O, melek gibi bir insandı. Çok tatlı ve zarifti. Hiç yüksek sesle konuşmazdı. Az konuşan, pek mütevazı bir insan olduğundan, Aziz Efendi'ye yakın olduklarını bildiğimiz, kıdemli, çok sevdiğimiz bir gurup münevver kardeşimiz, maalesef; "Bu makam buna mı kalacak?" diye itiraz ettiler. O geniş kılıf içinde ne hazinelerin bulunabileceğini hesaplayamadılar, sadakatin hilafına hareket ettiler, müdavimi oldukları kapıdan ayrılmışlar, bizleri mahzun bırakmışlardı. Peygamberimiz, "Allah bir kişiyi severse onu kullarına da sevdirir" buyuruyor. Bu hadis-i şerif gereğince, merhum Abdülaziz Efendi'den aldığımız bilgi sebebiyle Hocamız bize sevdirildi. Allah'ın sevdirmesiyle çok büyük alaka ve itibarın sahibi oldu. Fakat bir mahalle camii imamı havası içerisinde yaşadığı mütevazı hayatını devam ettirdi. Az yer, az uyur, az konuşurdu. Bilindiği gibi hilkati pek güzel ve çok sevimliydi. Buna muvazi olarak, melekleşmiş ve nezih ruhunun -kendi tabiriyle- binek atı olan o cesim vücuduna gıda olacağına inanılamayacak kadar az yerdi. Halim ve selim gönüllü mezmum sıfatlardan ari, pak ve deniz gibiydi. Müsamahası çok engin ve hudutsuzdu. Sabır ve kemal nümunesiydi. Kapısı herkese açıktı. Sofrası misafirsiz kalmazdı. Biz evlatlarını çok severdi. Soru: Sakalla ilgili bir hatıranız vardı? Cevap: Bir keresinde, kendileri Aziz Efendi'nin yerine imam olarak geldiği zaman, -tabi oraya devam ediyorum- bana, "Sana hafız diyorlar, hafız mısın?" dedi. "Evet hafızım, ama çürüttüm" dedim. "Çalışalım" dedi. Beraberce çalışmaya başladık. Sabah namazını kıldıktan sonra herkes gidince beraber bir köşeye çekiliyor ve okumaya başlıyorduk. Bir akşam Şehzadebaşı'ndaki evimizde, sabaha karşı bir rüya görüyorum. Uyku ile uyanıklık arasında bir rüya bu. Bana bir sessiz emir geliyor. "Sakal bırak!" Ben düşünüyorum, canım istemiyor. Kendi kendime şöyle diyorum: "50 yaşımı dolaşayım, ondan sonra bırakırım". Bu kararı verdikten sonra sessiz emir tekrarlanıyor. Bu hal üzere iken uyandım ve kalktım. Sabah namazı vakti olmuştu. Camiye gittim. Sabah namazını müteakiben, her zamanki gibi, herkes gittikten sonra bir köşeye çekilip okumaya başladık. Birkaç satır okuduktan sonra, cebinden bir sakal tarağı çıkardı ve iki tarafındaki sakalını taradıktan sonra tarağı bana verdi. Ondan sonra sakalımı kesmedim. Soru: Bu çalışmalarınız ne kadar sürdü? Cevap: Hergün 3 sayfa okuyorduk. Demek ki 6 ay kadar sürdü hafızlığımızı tekrarımız. Soru: Hocaefendi rh.a.'in bir de siz rahatsızken doktorla ansızın çıkıp gelmeleri var herhalde? Cevap: Evet, Erenköy'de oturuyorduk. Bir akşam sancılandım, ne oturabiliyor, ne de yatabiliyorum. Saat gecenin 11.00'i idi. Zamansız ve teklifsiz Hocaefendi, Eyüp Belediye doktoru Emin Bey ile beraber çıkageldi. Emin Bey'in çantasında benim hastalığıma dair ilaçlar vardı. İlaçlan verdiler ve gittiler. Ben de elhamdülillah o zaman şifa buldum. Soru: Ziyaretçilerinizin hemen hemen hepsini kapıda karşılıyorsunuz ve kapıya kadar uğurluyorsunuz, yaşlı bir büyüğümüzsünüz, niçin bu tür zahmetlere katlanıyorsunuz? Cevap: Ben bunu Îslamî edebin iktizası gibi görüyorum. Zahmet olarak görmüyorum, alışmışım, elimde olmadan öyle yapıyorum. Soru: Toplumun değişik kesimlerinden kimi tanıdıysam sizden sevgi ve saygıyla bahsediyor, hürmetlerini iletmemi istiyorlar. Bunun sebebi sizce ne olabilir? Cevap: Allah'ımızın işi, söylemek bana düşmez, ancak şöyle denir, "Bir insanı Allah severse, onu kullarına da sevdirir." İnşaallah Allah'ın sevgisine mazhar olmuşuz da, ondan seviliyoruz belki. Soru: Gençlere neler tavsiye edersiniz? Cevap: En iyi hizmet olarak "Emri bil-ma'ruf, nehyi anil-mün-ker'i tavsiye ederim. Bu her müslümanın vazifesidir. "Bir kişinin hidayetine sebep olmak da, dünyadaki nafıadan hayırlı" derler. Dünyanın varlığı bir kişinin olsa ve hayır yolunda harcasa bile bir kişinin hidayetine sebep olmanın sevabına denk olamıyor. Onun için emri bil-ma'ruf u tavsiye ediyoruz. Soru: Bir vesileyle sizin şiirinizi kendinizden dinlemiştim. Okuyucularımız için lütfedebilir misiniz? Cevap: Tabii, mezar taşımıza yazılır mı diye düşünceyle, istekle hatırıma geldi:
Soru: Efendim bir arzunuz var mı? Cevap: Dua edin. Dua ibadettir. İnsan, sıkıldıkça, bunaldıkça, daraldıkça Allah'a dua edecek, yalvaracak. Kılıcın kesmediğini dua keser. Her zaman müracaatınız dua olsun. Soru: Sohbetten önce uzun konuşamayacağınızı belirtmiştiniz, sizi çok yorduk, çok teşekkür ediyoruz. Cevap: Yorulduk, yorulduk ama çok mutluyum. Siz sevdiğiniz için, sevenlere ulaştırmak için bir hizmet yapıyorsunuz, bir suçunuz yok. Teşekkür, Allah razı olsun, vazifenizi yapıyorsunuz. Yaratılış; çok şey biliyorum, hatırlıyorum ama yaratılıştan olsa gerek anlatamıyorum. Allah razı olsun. Memnun oldum. Hayatımızın son günlerini yaşıyoruz. Sevenlere hatıra olur, rahmete vesile olur inşaallah. Bize de dua ederler inşaallah...
|