HOCAMIZ’LA KOMŞU İDİK M. Fuat Hasçiçek Rahmetullàhi aleyh, Es’ad Efendi Hazretleri Hocamızı 1965-66 öğretim yıllarından itibaren A. Ü. İlâhiyat Fakültesi’nden tanıyordum. Hem fakülte hayatımız boyunca hocamız oldu, hem ömrümüz boyunca mürebbîmiz oldu. Kendilerine olan şükran borcumuzu nasıl öderiz bilmiyorum. Aslında üzerinde akademik çalışmalar yapılacak olan Hocamız’ın hayatı, ender hayat hikâyelerinden biridir. Bendeniz hem talebeleri hem komşuları olarak rahmetle vesile olur ümidiyle bu satırları kaleme alıyorum: Yıl 1665, orta tahsili bitirdik, üniversite imtihanlarını kazandık. İlk tercihimiz İlâhiyat Fakültesi idi. Hocamız o zaman Ankara İlâhiyat Fakültesi’nde, Klasik Dinî Türkçe Metinler Kürsüsü asistanıydı. İsparta’nın Uluborlu ilçesinden, çok sevdiğim bir kardeşim çok az farkla İlâhiyat’ı tutturamadı. Durumdan Hocamız’ı haberdar ettik. “Sabredin, birkaç gün içinde giriş puanı düşmeye başlar.” dedi. Bu arada Hocamız, o nûrânî çehresi, pırıl pırıl gözleriyle hadisenin üzerine eğildi. Rahmetli fakülte sekreteri Fevzi Bayraktar beyle temasa geçti. Hemşehrim, çok sevdiği ilâhiyata kaydını yaptırdı. Bu kardeşimiz bir ömür boyu öğretmenlik yapmış, Hocamızın bu yakın alâkasını her yerde anlatmıştır. Fakülte hayatımız boyunca Hocamız’dan çok istifade ettik. Sünnetlerin yerini örf ve adetler almış gibiydi. Böyle bir ortamda aile boyu İslâm nasıl yaşanır, sünnet nasıl ihyâ edilir, ilk defa kendisinden öğrendik. Şüphesiz o yıllarda fakültede kıymetli hocalarımız da vardı. Ancak hususî hayatıyla, dersleriyle sünnet çizgisini bize nakşeden kendileri oldu. Rahmetullàhi aleyh... 1965’li yıllarda fakültede resmî ders olarak Kur’an-ı Kerim yoktu. Talebe kendi gayretiyle Arapça’dan, Farsça’dan esinlenerek Kur’an okumayı öğreniyordu. Tabii bu yeterli olmuyordu. Bunu gören Hocamız, öğle tatillerinde, boş ders saatlerinde hasbî olarak, isteyenlere Osmanlıca ve Kur’an-ı Kerim dersleri veriyordu. Böylece talebeler, kaideleriyle bu ilimlere aşina oluyordu. Bu hasbî, özel derslerde o zaman asistan olan sayın Süleyman Ateş beyin de katkıları olmuştur. Mevlâ iyi niyetli bütün hocalarımızdan razı olsun... Hocamız’ın fakültedeki mütevazi odası, talebelere ardına kadar açıktı. Talebe gelir, kapıyı çalar, derdini döker, cevabını alır; müsterih bir çehre ile ayrılırdı. Onun talebeleriyle böyle hasbî ilgisi, gönüllerde taht kurmasına sebep olmuştur. Hocamız ilmi ile âmil bir zât idi. Hem talebesi, hem komşuları olarak söylediklerinden, öğrettiklerinden yapmadığı olmamıştır diyoruz. Sahasında söz sahibi idi. Hadis ve tefsiri çok severdi. Bilhassa Osmanlıca ve Türk-İslâm Edebiyatı konusunda, fakültemiz için ilk müracaat merkezi idi. Daha önce doçent olmuş, profesör olmuş nice komşu kürsü hocalarımız vardı ki, ağır bir parça, çetin bir şiir oldu mu: “Es’ad bey! Şuna beraber bakabilir miyiz? Müellif neyi kasdetmiş, ne demek istiyor?” diye teşrik-i mesâîyi zevk sayıyorlardı. Öyle ki, bazıları, özellikle İslâm tarihçileri kendisinden ders alırcasına istifade etmişlerdir. a. Yurttan Eve Taşının! Yıl 1966, Cebeci’de Hukuk Yurdu’nda kalıyorduk. Beşevler’e taşınan İlâhiyat Fakültesi’ne boynuzlu troleybüslerle, binbir zahmetle gidip geliyoruz. Mart ayları idi. Hocamız bize: “—Bir ev tutun, yurttan taşının! Bundan sonra orada çalışmalar yapacağız.” dedi. Kısa bir aradan sonra Dışkapı’da, hâlen meskûn bulunan Nur apartmanında bir daire tuttuk. Yedi arkadaş okula oradan gidip geliyorduk. Unutulmaz hatıralarla dola olan bu güzel binada, Türkiye’de ilk defa İhyâ tercümesine başladık. Hocamız ders bitimi fakülteden bize gelir, şu anda Bursa’da bulunan Salih Sayın’ın hazırladığı, kenarları çerçeveli kağıtlara Hocamız’ın tercümelerini kelime kelime yazardık. Hocamız bu çerçeveleri özellikle tenbih eder, “O boşluklara yazılacak notlar var. Bu bir israf değildir.” derdi. Önce Kitâbu Âdâbil-Ülfet bölümünü tercüme ettiler. Mâlum olduğu gibi, bu bölüm kardeşlik ve dostluğun faziletinden bahsediyordu. “Hem kendimiz öğrenip yaşayalım, hem okuyanlar uygulasın, kardeşliği, sevgiyi öğrensin! İnsanlar birbirine karşı sevgi ve saygıyı unutmuşlar. Sevgi Okulları açmalıyız!” derlerdi. Biz bu tercümeyi yaparken, ne A. Serdaroğlu’nun, ne A. Arslan Aydın’ın tercümeleri henüz yoktu. Cennet mekân Hocamız ziyaretleşmeyi çok sever, bizleri de teşvik ederdi. Özellikle hafta sonlarında, bizleri Kalaba’daki hâne-i saadetlerine davet eder, o kalabalık öğrenci topluluğuna bizzat ikram ederdi. Meşrû çerçevede ziyaretleşme nasıl olur, ev sahibine nasıl hitap edilir, onların hizmeti nereye kadar olur; bunları ilk defa uygulamalı olarak kendisinden gördük. Burada, Muhterem Validemizin henüz kerimeleri çok küçüktü, cefâkâr ve vefâlı davranışlarını, mesai tanımaz gayretlerini hürmetle yâd etmek istiyoruz. Yıllar ne çabuk geçti. Bizim Seherciler, yatsı ve sabah namazlarını mutlaka cemaatle Hacı Bayram’da kılarlardı. Bir zaman geldi, kardeşlerimiz mezun oldular. Her birimiz bir yerde hizmetlere başladık. Kader M. Kalfaoğlu ve bendenizi Kalaba’da Hocamız’la komşu eyledi. Askerliğimizi yapmış, evlenmiş, çoluk çocuğakarışmıştık. Hocamız bizim seviyemize iner, fakirhânelerimizi teşrif ederlerdi. Hele M. Kalfaoğlu’na yaptıklarına imrenirdim. b. Hocamız’ın Komşuluğu Komşuluk hakkında çok şeyler okumuş ve dinlemişizdir. Ama onun uygulamasını ilk defa Hocamız’dan öğrendik. Kederli halimiz olur, sevinçli halimiz olur, bayram olur, merasim olur... Hocamız bütün yorgunluklarına rağmen, kıymetli zamanlarını ayırır. Biz karşılık vermesek de kendileri bizleri teşrif ederdi. Çoğu zaman “Meal-aile mi gelelim, ben yalnız mı geleyim?” buyurur, bizi mahcup ederdi. Sanki onların lügatinde, “Her şey karşılıklı olur.” sözü yoktu. 1972 yıllarından itibaren, Hocamızın Özgürler Sokak’taki hâne-i saadetlerinde komşuluğumuz başladı. En yakın komşuları alt üstlü ikamet buyurdukları araştırmacı yazar, H. Feridun Yılmaz Yüceler beylerdi. Evleri alt üstlü paylaştıkları gibi, bahçeyi de tam ortadan bölmüşlerdi. Hocamız, bahçeyi ve ziraatı çok sever, bizzat bahçe malzemelerini kullanırdı. Bazen biz de karınca kararınca yardım ederdik. Hemen altlarındaki yüksek evde, şu an Mekke-i Mükerreme’de medfun bulunan “Ağlar Baba” ünvanıyla bilinen Hicaz aşığı, faziletli, talebe babası H. Necati Gökçınar ağabeyimiz meskun idiler. Böyle komşularla komşuluğu Mevlâ bütün sevdiklerimize nasib eylesin... Âmin. Kıble tarafına gelince, önce kemal sahibi H. Hafız Ziya Birbilen, onun hemen yanında Hocamız’ın her sitayişle bahsettiği süper insan, mühendis, hoca, muhaddis, müfessir İsmail Turan Hocamız vardı. Mevla iki cihanda komşuluklarını nasib eylesin... c. Hocamız’ın Ziyaretleri Ziyaretleşmeye özel alâka gösterirdi. Alabildiğine yoğunluğuna rağmen ahbab ve dostlarını, talebelerini mühim günlerinde yalnız bırakmaz, onların sevinç ve kederlerini paylaşırdı. Bir defasında en yakın komşularının peder-i âlileri “Pamuk Dede” H. Necmeddin Yüceler vefat etmişti. Hocamız İstanbul’da idi. Haberi alır almaz hemen hareket etmiş ve aynı gün öğle sularında merhumun evine ulaşmışlardı. Ziyaretlerinde tebessümü eksik etmez, bizlere de: “—Selâmlaşma ve musafaha anında, yüzünüz de davranışlarınıza ortak olsun! Bazıları selâm veriyor ama, yüzü sirke satıyor.” derdi. Zaman zaman iki komşu balcı esnafını hatırlatır. Güzel yüzlü olanın dükkânının arı gibi çalıştığını misâl verirdi. Ziyaret edilen evde ev sahibi bulunmazsa, üç kere kapıyı çaldıktan sonra geri dönmeyi, üzülmemeyi, zira iki misli sevap alınacağını vurgulardı. Ev sahibi, tavşan kanı çayların yanında çoğu kere okkalı pastalar getirir. O zaman, “Aç gelmek lâzımmış!” buyurur, birer nebze tatlarına bakardı. Bir bahar günü, Hocamızla beraber Seherciler’den Salih Sayın’ı ziyarete gidiyorduk. Kendisi Çamaltı Sokak’ın zirve kısmında oturuyordu. Kibrit kutusu gibi eski müstakil evleri bir bir geçiyorduk. Beraberce yaya olarak gidiyorduk. Mezkur sokağın ortalarında rengârenk çiçekli, sarmaşıklarla çevrilmiş çok şatafatlı bir villaya geldik. Arkadaşlardan biri, “Ne güzel bir ev!” diyerek içini çekti. Bunun üzerine Hocamız biraz bekledikten sonra: “—Matlûb olsaydı Rasûl-i Ekrem evini böyle yapardı.” buyurdular. Filhakîka ağacı, çiçeği çok severlerdi. Mâlum Özelif Sitesi’nin yerini uzun araştırmalardan sonra kendileri bulmuş ve aynı isimle anılan kooperatifi kurdurtmuşlardı. Bizlere de, “Bu kooparatife ortak olun, yıllar geçiyor, elinize çıkagelir.” dediler. Öyle de oldu. Yoksa bir memurun öyle geniş, kaloriferli eve sahip olması mümkün değildi. Hâsılı, Hocamız’a maddî yönden de çok şey borçluyuz. Şimdi oturduğumuz evler oranın bereketidir. Tabii orada yolu izi bir aileler, yıllar yılı oturdu. Komşuluk etti, hanımlar sosyal faaliyetlerde bulundular. Talebe evleri oluştu. Fıkıh Enstitüsü nâmıyla özellikle master talebeleri eğitildi. Arapça ve yabancı dillerde diğer İslâmi ilimler tedris edildi. Bu huzurlu hayat hâlâ devam etmektedir. Bir noktayı arz etmeden geçemeyeceğim: Hocamız, kendilerinin de ortağı bulunan Özelif sitesi bahçesi hakkında: “—Herkesin bir ağacı olsun. Ona baksın, sulasın, çapalasın, budasın; dört mevsim onu gözünden ırmasın!” demişlerdi. Şimdi onbir kat boyunca yükselen o müsebbih ağaçlar, o zaman dikilen ağaçlardır. d. Cami Yaptırma Çalışmaları 1960-70 yıllarında Kalaba’da Toygar Camii’nden başka hiçbir cami yoktu. Es’ad Hocamız hâne-i saadetlerinde olduğu müddetçe çalışmalarını noktalar, namazlarını o zaman bu camide imam-hatip olan istikbalin şair ve yazarı, merkez vaizi Talip Uluşan hocanın arkasında cemaatle kılardı. Ne var ki, herkes Hocamız gibi atik e cevval olamazdı. Merkez Bankası Evleri’nde küçük de olsa bir camiye ihtiyaç vardı. Hocamız adı geçen derneği kurdurup çalışmalara başladı. Önce aynı sokakta oturan vefalı komşu, doğru tacir H. Ömer Uğurlu’nun evinin bahçe katı düzenlendi. Mescid haline getirildi. Çok kısa bir zaman sonra,ciddi muhaliflere rağmen eski Muradiye, şimdiki Safiye Yüceler Muradiye Kız Kur’an Kursu Külliyesi’nin oturduğu merkez bankası evi satın alındı. Önceleri içerden dışardan engellemeler had safhada idi. Ama Hocamızın kararlılığı, bu çok kıymetli, köşebaşı evi satın alıp mescid haline getiriverdi. Çok iyi hatırlıyorum, bizzat cemaate katılanlardan biri: “Es’ad bey biz orayı alamayız, gücümüz yetmez, siz çok cüretkâr davranıyorsunuz!” yollu acı serzenişlerde bulunabiliyordu. Azim ve sebat, Mevlâmızın yardımıyla insanı nelere muvaffak ediyor. Kıyâmete kadar daha nelere inşallah (cc) muvaffak edecektir. İşte yeşil Bursa’mızdan esinlenerek isimlendirdiğimiz Muradiye külliyesinin ilk nüve çekirdek binası bu. Ve çalışkan Hocamız da onun ilk bânisi oldu. Mekânları cennet-i âlâ olsun. Hocamız 70’li yılları Özgürler Sokak’taki Siteler, Hüseyin Gazi manzaralı hâne-i saadetlerinde geçirdi. İlâhiyat Fakültesindeki derslerine ilâveten Sakarya Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisi’nde hocalık yaptı. Talebelerinin sayısı onbinleri buldu. Hocamızın halka yönelik sohbetleri de oluyordu. Önceleri haftada iki gün hadis sohbetleri yapıyordu. Genelde çarşamba ikindiden sonra Muradiye mescidinde, cumartesi günü aynı saatlerde Özelif Cami’sinde, ekseriyeti fakülte talebesi olan tıklım tıklım cemaate hitap ediyordu. Bu sohbetlere Ankara dışından da katılımlar olur, başka vilâyetlerden gelen yolcu otobüsleri günü birlik mütteki kardeşlerimizi beklerdi. Hocamız bu derslere büyük önem verir, henüz yoldan gelmiş olsalar bile saatinde sohbete başlardı. Aksamasına gönlü râzı olmazdı, hatta şöyle diyordu: “—Biz olmasak da bu dersler devam etmeli, buzum yetişemediğimiz, yurt dışında olduğumuz olabilir. O günler falan falan kişiler sürdürsünler. Dinleyiciler de gerekli alâkayı göstersinler.” derdi. Sohbetler bantlara alınır, çoğaltılır ve dağıtılırdı. Daha sonra video bantlardan da istifade edildi. Sohbetler ne uzun, ne kısa olur. Şöyle 60’luk bir bantın iki yüzünü dolduracak şekilde, bir saat kadar sürerdi. Sohbetin sonunda, küçük kağıtlara kaydedilen güncel soruları Hocamız cevaplar, herkes merak ettiği meselelerin cevabını almış olurdu. Dünkü gibi hatırlıyorum, yine böyle Özelif Cami-i Şerifi kahir ekseriyeti gençlerden müteşekkil olarak tamamen dolmuştu. O zaman sevgili babacığım hayatta idi. Kendilerini çok severdi. Beyaz sakallı, uzun cübbesiyle kürsüye kadar yaklaştı, oturdu. Can kulağıyla dinliyordu. Hocamız da kendisine iltifat etti. Dersin sonunda bir küçük kağıt da ben yazmıştım: “—Hocam, Mevlâ bir kız çocuğu daha lütfetti. Büyük anneleri Afife ve Havva idi. Ne isim buyurursunuz?” dedim. Cevaben: “—Afife diyelim, iffetli olsun.” Buyurdular. Sözün özü, bu cevaplar çok müşkili hallediyor, sadra şifa oluyordu. Üzerinde çok durduğu bir husus, bütün namazlar gibi sabah ve yatsı namazlarının cemaatle kılınması idi. Özellikle sabah namazından sonra camiden hemen çıkılmayıp, evrad ve ezkârla meşgul olunması; şöyle güneş doğduktan 30-35 dakika sonra, iki rekât işrak namazı kılıp öyle çıkılması idi. Kendileri bunu her zaman yaparlardı. Çok geç yatmış olsalar, misafirler geç uğurlanmış olsa da, eğer evlerinde iseler sabah cemaatine gelir, imam efendi mihraba davet eder, o da bunu reddetmezdi. Namazdan sonra evradı bizzat okurdu. Bazen bizlere bir bölüm okuturdu. Ömrümde bu işe bu kadar düşkün başka bir insan görmedim. Hamd olsun o gün, bu gündür camilerimizde sabah namazından sonra, Rasûl-ü Ekrem AS Efendimiz’in bir müjdeli hadisi uygulanmaktadır. Mealen: “—Kim sabah namazını cemaatle kılar, sonra biraz oturur. Allah’ı zikir ile meşgul olur, güneş doğunca iki rekât işrak namazı kılarsa; tam bir hac ve umre sevabı alır, tam bir hac umre sevabı alır.” buyrulmuştur. e. Fikir Alış-verişini Severdi Mevsim biraz soğuyup kış yaklaştığı zaman ziyaret için daha geniş imkânlar doğardı. Cemaatle yatsı namazı kılınır, sonra hocamızı ziyaret ederiz, şöyle hal ve hatır sorulduktan sonra: “İnanmış insanlar olarak neler yapmalıyız, düşüncelerinizi söyleyin!” derdi. Bizleri fikir üretmeye, velûd olmaya alıştırırdı. Bir gün böyle bir ziyarette fikirler kızışmış, gecenin geç vakitleri olmuştu. Kayda değer fikirler not ediliyordu. Müzakere o kadar uzamıştı ki, hocamız sordu: “—Sabah namazına ne kadar?” “—Tahminen iki saat...” “—Hadi çocuklar, sabah namazına Hacı Bayram-ı Veli camisine gidelim!” Dışarı çıktık, in cin top atıyor. Bir tek vasıtaya bile denk gelmedik. Hocamızla beraber yürüyoruz. Kalaba’dan Hacı Bayram’a geldik. Henüz ezanlar okunmamıştı. Hâlâ taaccüb ediyorum. Akşam ziyarete git. Gece boyu fikir teatisinde bulun, kalk sabah namazına Ulus’a kavuş. Hocamız’ın mesai mefhumu böyleydi. Bir işe el attı mı, onu koparmadan bırakmazdı. Fikrî ve ilmî müzakereleri sever, fikir üretenlerden memnun olurdu. Araştırmayı çok severdi. Bizlere birer doktora yapmamızı tavsiye ederdi. Ecdâdın, özellikle Osmanlı’nın kültür hazinelerini gün ışığına çıkarmamız gerektiğine dikkat çeker, lisans tezlerimizi bu istikamette yönlendirirdi. Bizim talebe evi arkadaşlarımızdan Prof. Ramazan Ayvalılı’ya ilk hareketi kendileri vermişti. Kütüphanelere, yazma eserlere hayrandı. Osmanlı müelliflerini didik didik eder, her talebenin bir müellifi konu edinmesini isterdi. Türk-İslâm Edebiyatı ve Tasavvuf kürsülerinde onlarca öğretim üyesi yetiştirmiştir. Mevlâ sayılarını çoğaltsın. Kur’an-ı Kerim’i mânâsıyla anlayarak hıfzetmeyi tavsiye eder, özellikle anlamdan tecrid edilmesini istemezdi. Sık sık şöyle dört başı mâmur, hafızlık yaptıracak müesseselerimizin olmasını, orada her yaştan isteyene dersler verilmesini öğütlerdi. Bu cümleden olarak Hocamız’ın 1968-1969 yılı mezunları komşuları olan bizler namazlardan sonra, Amme cüzünü tek tek pekiştiriyor ve kendilerine dinletiyorduk. Bize çok müsamahakârlı davranıyordu. Salih Sayın, Mustafa Kalfaoğlu ve fakir bu grupta idik. Ne kadar teşekkür etsem, dualar etsem azdır ki, bu tavsiyeler akrabalarımdan bir çoğunun İstanbul hafızı olmasını nasib etti. Yıllar sonra bizim ilk oğlumuz, M. Fatih İstanbul’da hıfzını tamamlayıp bir bayram münasebetiyle Ankara’ya gelmişti. Hocamız’ı ziyaret ettik. Mâlum o uzun salon seçkin misafirlerle doluydu. Tabii Fatih o zaman henüz 13 yaşlarında minyon tipli bir çocuk... Hocamız o vakur çehresiyle: “Fatih, sen şöyle divana çık bakalım. Aşrı orada oku. Kur’an’ın hafızı iltifata daha lâyıktır.” buyurdular. f. İşe Fiilen Omuz Vermeliyiz. “Lâf ile peynir gemisi yürümez.” “İşidir kişinin aynası, lâfına bakılmaz.” deyişlerini misallerle izah ederdi. Hizmet edenin izzet bulacağını, Kâinâtın Efendisi’nin hep böyle yaptığını, gölgeyi tercih etmediğini, “Ashabım çalışırken ben gölgede oturmayı istemem” hadis-i şeriflerini geniş geniş izah ederdi. “Bir kavmin efendisi onlara hizmet edendir” hadis- şerifini fiilen yaşardı. Defalarca olmuştur, Kalaba’da cuma pazarına gideriz. Pazar çantalarımız ağır ağır dolar, kurşun kesilirdi. Hocamız’ın Wolks Vagen, yere yakın tip arabası vardı. Tam eve döneceğimiz zaman, “Fuatcığım, bekle hemen geliyorum. Arabamla seni evine götüreyim!” derdi. Önce bendenizi bırakır. Sonra kendi çantalarını hânelerine götürürdü. Gül Hocamız Hızır gibi yetişirdi. Bizleri terbiye için nelere göğüs gererdi. Mâlum bahçeli evin nimeti gibi külfeti de olur. Hocamız bundan yılmaz, bildiğimiz ziraat aletlerini bizzat kullanırdı. Pırıl pırıl nasiyesindeki inci tanesi gibi terleri silmeyi zevk bilirdi. Bir gün, hâne-i saadetleri ışıktan daha iyi nasib alsın diye bir pencere açmayı düşünmüş ve tam batı tarafını işaret koymuşlardı. İş uygulamaya gelince bizzat kazmayı alıp vurmaya başlamışlar. Maşallah gönüllü gönüllü vuruyorlardı. O günlerden öğretmen ağabeyim Ankara’ya ziyarete gelmişti. Biz de Hocamız’a bir selâm verelim deyip ziyarete yönelmiştik. Merhum ağabeyciğim sıva ve yapı işlerinden iyi anlar, bir usta kadar yüz güldürürdü. Selâm ve hürmetten sonra, müsaade alıp kazmayı istedik. Ağabeyciğim bütün gücüyle vurmaya başlayınca, pencere yeri kendini gösteriverdi. Bunun üzerine Hocamız: “Fuatçığım, ağabeyiniz pehlivan gibi maşallah, eline yakışıyor.” buyurmuşlardı. Çalışanı severdi. Günler ayları, aylar yılları getiriyordu. Ünvanları da Hocamız bir bir alınlarının teriyle aldılar. Kürsü başkanı oldular. Yıllar yılı, bir hoca bir talebe babası olarak binlerce talebenin gönlüne taht kurdular. Asistanları, doktora talebeleri de aynı yola izlemişlerdir. Hocamız sık sık İstanbul’a gidiyordu. Hem muhterem büyüklerini ziyaret ediyor, hem kütüphanelerde çalışmalar yapıyordu. Kaynaklara inmeden yazmayı sevmezdi. 1975 yılının nisan sonlarına geldik. Hocamız’la meal-aile bir İstanbul ziyareti çıktık. Güzel bir Avrupa Ford minibüsünü doldurup yola çıktık. Bildiğiniz eski yoldan karga sekmez virajlar nasıl bitti bilemiyorum. Kızılcahamam’dan yolda harcamak için en tazelerinden biber, domates, salatalık vs. aldık. Azaphane deresini bitirdik. Kalp tarafında ormanlık kısımda mola verdik. O zamanın vasıtasıyla ve yollarıyla buraya kadar bir hamlede gelmek kolay değildi. Çoluk çocuk iyice acıkmıştık. Çamların çok sesli Hû’ları, yeşilin ve kokuların çeşitliliği içerisinde unutulmaz bir kır yemeği yedik. Kırda yemek adâbını da ilk defa Hocamız’dan görmüşümdür. Kahvaltının miktarı, sünnetlere riayet, çevre temizliği, güler yüz ve tatlı dil... Akşama doğru İstanbul’a geldik. M. Zâhid Kotku Rh.A Hocamız’ı ziyaret ettik. Akşam tarifinden aciz kaldığım o taze balıklı ikramlardan sonra yatma zamanı geldi. Fakir kardeşinize, o mübarek İskenderpaşa cami-i şeriflerinin meşrutasında gecelemek nasib oldu. Büyüklerle beraber olmak bir başka oluyor. Saatler geçiyor ama fevkalâdelikler zincirinde geçiyor. Mâlumunuz erkence kalkıp sabah cemaati, o tatlı evrad ve ezkârdan sonra işrak namazı, müsafahalar, hürmetler... Büyükler çoğu defa aile boyu büyük oluyor. Hocamız 1977’den itibaren büyük Hocamız’ın isteği ile hadis sohbetlerine başladı. Artık İstanbul’u Ankara’ya yaklaştırmıştı. Kış demez, yaz demez, soğuk demez, sıcak demez her hafta gidip bu görevi yapardı. Hele 13 Kasım 1980’den sonra ömürleri yollarda geçmeye başladı. Nihayet 1987 yılında emekli oldular ve İstanbul’a taşındılar. Biz sükût-u hayâle uğradık. “Kıymetini bilemedik, kaçırdık.” diyorduk. g. Ayda Bir Özelif’e Geliyorlardı Artık Ankara’ya ayda bir gelebiliyorlardı. Görevleri yoğundu, zamanlar dar geliyordu. Geldiklerinde damad-ı muhteremleri merhum Prof. Ali Uyarel’in evinde kalırlardı. Yukarıda geçtiği gibi, “Ben olmasam da bu haftalık dersler devam etsin, ınkıtaa uğramasın!” derlerdi. Yolculuk kendilerin kıs kıvrak sarıyordu. Ankara’da bir kardeşin evinde Hocamız’la beraberdik. Çeşitli tavsiye ve temennilerden sonra Hocamız: “Ne olur benim için matbuatı tarayın, küpür toplayın, makaleleri tarih ve yeriyle benim için kesin! Döndüğümde okurum. Zira ömrüm yollarda geçiyor.” demişlerdi. Umumiyetle her ayın ilk perşembesi iple çekilir. Özelif camii tıklım tıklım dolardı. Bütün Ankara’ya ilâveten çevre illerden bazen Konya’dan, Sivas’tan, otobüsler sıralanır, pırıl pırıl gençler camide hazır bulunur, hanımlar kısmı da tamamen dolardı. Hocamız o sade ve bembeyaz kıyafetleri ile sohbete başlar, ağzından bal akardı. Bazı çatlak sesler, “Kur’an’a göre” maskesinin ardında gizlenip hadise dil uzatırsa, onların ilmî delillerle ne kadar kof, ne kadar kötü niyetli olduklarını; hadissiz İslâm’ın bir mânâ ifade edemeyeceğini, bilhassa müsteşriklerin yıllar yılı bütün dünyada bu kapıyı zorladığını, geniş geniş anlatırdı. Dinleyiciler ise başlarının üzerinde kuş varmış gibi pür dikkat dinler, “Şu sohbet biraz daha sürseydi.” derlerdi. Dersin sonunda yazılı sorular cevaplanır, mümkünse musafahalaşılır, hürmetler arz edilirdi. İnanın gençler camide çıkmak istemezlerdi. h. Zamanının Evliya Çelebi’si Koca dünya gözlerinde küçülmüştü. Hemen hemen her sene hac veya umreye gider, dünya müslümanlarıyla fikir teatisinde bulunurdu. Hicazı çok severdi. Bizleri isim isim yâdeder “Falan falan nerede, niçin gelmedi” der, selâmlar gönderirdi. Harameyn’in o sıcak ikliminde sohbet için akşamları tercih eder, münasip mekânların üstü açık damları şenlenirdi. Hocamız yalnız Hicaz’a değil, Avrupa’ya, İngiltere’ye, Amerika’ya, uzak doğuya, Avustralya’ya gider, oralarda nice gönüllere mesaj ulaştırırdı. Buralarda, özellikle Avustralya’da camiler, külliyeler açılır, müslümanlara, hatta bütün insanlığa hizmet sunardı. Rabbim kıyâmete kadar bu yolda bizlere halel getirmesin... Bizlere seyahati tavsiye eder, “Mezkûr memleketlere, Avrasya’ya gidin. Oralarda yurt yuva kurun, iş yerleri açın; hâlen ve kavlen İslâm nizamını anlatın!” derdi. Şu anda bu tavsiyeleri tatbik eden gençler binlercedir. Sık sık şöyle söyler ve yazarlardı: “Türkiye’nin dışına çıkın, Türkiye’nin sınırlarına kapanıp kalanlara hayret ediyorum.” i. Son Bir Hatıra 1992’de sevgili babacığım vefat etmişti. Sıcak bir Ağustos günü Uluborlu’da defnettik. Rabbim rahmet buyursun... Ankara’ya döndüğümüzde Hocamız meal-aile tâziyeye geldiler. Haberi aldığımız için Kalaba ve Basınevleri’ndeki kardeşlerimizi de çağırmıştık. Hanımlar karşı komşuda idi. İsmail Sürücü ve Talip hocam da hazır idiler. O gün hüzünle sevinci beraber yaşattı Hocamız. Hüzünlüydüm, efendi babacığımı ebediyete uğurlamıştım. Sevinçliydim, çok uzaklardan Hocamız, pek muhterem annemizle evimizi teşrif etmişti. Bu vesile ile kardeşlerimiz bire bir sohbet imkânı bulmuştu. Hocamız beşüş ve vakur çehreleriyle dualar ettiler, taziyede bulundular. Bütün büyüklerimize rahmet-i vasıa dilediler. Babacığım da kendilerini çok severdi. Sıra kahvaltıya gelmişti. Hocamız uzunca salonun kıble tarafına, halka şeklinde cemaate doğru oturdular. Kendilerine biraz açık bir çay takdim etmiştik. Gerçekten sofra rengârenk olmuş, bereketlenmişti. Besmele ile kahvaltıya başladık. Hocamız hem lâtife ediyor, hem çayını yudumluyordu. Doyasıya yedik, mübalağa etmiyorum, bir o kadar daha cemaat olsaydı, onlara da yeterdi. Kahvaltı her zaman yapılır, yemen her zaman yenir ama, büyüklerle beraber alınan bir lokma taamın, bir yudum meşrubatın durumu bambaşka oluyor. Hem gönlümüz, hem karnımız doyuyor. Kahvaltıda hafıza kızların özene bezene yaptıkları bol havuçlu yoğurtlu bir taam vardı ki, onu çok beğendiler. “Buyurun, bu yoğurtlu havuç pek nefis olmuş, bunları sünnetleyelim!” dediler. Lâtifeleri çok tatlı idi. Talip hocamla ailecek tanışır, yıllar yılı ziyaretleşirlerdi. Sofrada epey sohbet ettiler. Hocamız sordu, Talip hocam cevapladı. Kalaba’da eski komşular yâd edildi. Aziz kardeşlerim, bu satırlara vesile olan Talip hocama teşekkürü bir borç biliyorum. Dua buyurun da daha geniş hatırata vesile olsun. Cümlenize sevgi ve saygılar sunuyor, Hocamız’ın mekânları cennet-i Firdevs olsun diyorum. (*) 14. 08. 2001 - Ankara (*) Talip ULUŞAN, Prof. Dr. M. Es’ad COŞAN Hocaefendi İle İlgili Hatıralar, s. 215-234, Ankara 2002. |