HADİS VE SÜNNETİN
TEBLİĞ VE İRŞADDAKİ YERİ, ÖNEMİ VE
GÜMÜŞHANEVÎ DERGÂHINDAKİ HADİS GELENEĞİ [*]

M. Esad ERKAYA

a. Hadis ve Sünnetin Tebliğ ve İrşaddaki Yeri ve Önemi

İnsanları ve cinleri, kendisine güzel kulluk etsinler[1] diye yaratan Allahu Teàlâ Hazretleri, rızasına uygun kulluk edip, dünya ve ahiret saadetini kazanabilmeleri için gerekli olan her türlü bilgiyi, bir taraftan vahiy ile bildirmiş; diğer taraftan peygamberleri aracılığıyla fert ve toplum hayatında nasıl uygulayacaklarını göstermiştir.

Peygamberler, insanlara, dinin sosyal hayattaki uygulamasını somut örneklerle gösteren, tebliğ ve irşad gibi ulvî bir vazifeyle vazifelendirilmiş, Allah’ın seçkin kullarıdır. Dini koyan Allah’tır; ama onu eksiksiz bir şekilde insanlığa sunan peygamberlerdir.

Hz. Adem ile başlayan peygamberlik vazifesi, son olarak Hz. Muhammed (s)’e verilmiştir. Allahu Teàlâ, kendisinden sonra peygamber gelmeyecek olan Hz. Muhammed (s)’e, Kur’an’ı Kerîm’i göndererek, insanlara onu tebliğ etmesini istemiştir. Böylece bize nümûne ve rehber olarak gönderilen Hz. Muhammed (s), peygamberliği boyunca Kur’an-ı Kerim’i en güzel şekilde anlamış ve onu açıklayarak, yaşayarak, anlatarak örnek  bir hayat sergilemiştir.[2] İslâmî bütün değerler onun hayatında müşahhas hale gelmiştir. Allah’ın rızasına uygun yaşamın ilkelerini, iki cihan saadetini kazanmanın yolunu gösteren örnekleri onun hayatında görmekteyiz.

İnanan insanların, hangi çağda olursa olsun, muttakî bir mü’min olup, Allah’ın rızasını kazanabilmeleri için; öncelikle Peygamber (s)’i tanımaları, anlamaları, tavsiyelerini hayatlarında tatbik etmeleri ve karşılaştıkları yeni olaylarda onun almış olduğu tavırlara benzer tavırlar sergilemeleri gerekmektedir.

Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde, Allahu Teàlâ ile birlikte Peygamber (s)’e de itaat edilmesinin gerekliliği,[3] Rasûlüllah’a itaat eden kimsenin Cenâb-ı Hakk’a itaat etmiş olacağı,[4] Rasûlüllah’a bey’at eden kimsenin, Allahu Teàlâ’ya bey’at etmiş olacağı[5] belirtilmiş, muhabbetullaha nail olma Rasûl’e itaata bağlanmıştır.[6]  İşte ona itaat, ancak sünnet-i seniyyeyi ve onu bu güne taşıyan hadis-i şerifleri öğrenip tatbik etmekle mümkün olabilir.

Kendisinden önceki peygamberler gibi Peygamber Efendimiz’in de en önemli vazifesi, ümmetine İslâm’ı tebliğ etmek, onları uyarmak, onlara öğüt vermekti.[7] Kur’an-ı Kerim, onun temel görevinin eğitim ve öğretim olduğunu müteaddid defalar vurgulamıştır.[8] Peygamber (s) de kendisinin bir muallim olarak gönderildiğini bildirmiş,[9] yanında bulunan ashabını bilmedikleri konularda sürekli aydınlatmıştır.[10] O, cahilleri bilinçlendiren ve açları doyuran birisi olarak gönüllere taht kurmuştur.[11]

Hz. Peygamber’e, Rabb’inin yoluna hikmet ve güzel tavsiyeler ile davet etmesi, insanlarla en güzel bir tarzda mücadele etmesi emredilmiş, o da bu emre uygun olarak, insanları Allah’a basiretle davet etmiştir.[12] Hz. Peygamber, insanları Allah’a davet görevinde o kadar ısrarlı ve hırslı bir çalışma yürütmüştür ki, neticede Allah tarafından kendisine müteaddit defalar itab edilmiştir.[13] Ayrıca ondan davet çalışmaları esnasında müşriklerin her türlü olumsuz tepkilerine karşı daima sabırlı olması da istenmiştir.[14]

Hz. Peygamber’in gönderilmiş olduğu toplum, kız çocuklarını diri diri toprağa gömen, kan davaları güden, içki, kumar ve bilumum kötü davranışların bulunduğu bir hayat yaşayan, ahlâkî yönden son derece bozulmuş bir toplumdu. Peygamber (s) böyle bir toplumda, ilâhî tebliğ görevini, son nefesini verinceye kadar yılmadan çalışarak en üstün şekilde yerine getirmiş, yirmi üç senelik bir zaman zarfında bu toplumu, içinde bulunduğu bu elîm durumdan kurtarmış, —Kur’an’ın ifadesiyle— “insanların iyiliği için çalışan en hayırlı ümmet”[15] konumuna yükseltmiştir.

Peygamber (s)’in tebliği, yakın çevresiyle başlamış fakat bununla sınırlı kalmayıp elçiler vasıtasıyla tüm insanlığa ulaşmıştır. Vefatından sonra, aynı tebliğ ve irşad görevi onun yolundan giden alimler tarafından sürdürülmüştür. İslâm, dünyanın birçok yerine yayılmış ve müslümanlar asırlar boyu izzet ve şeref içinde yaşamıştır.

Peygamber Efendimiz’in sünneti, müslümanlar arasında bir kültür birliği meydana getirmiş, onları ümmet olarak kaynaştırmış, başka kültürler içinde dejenere olup, eriyip gitmekten korumuştur. Onun için bir müslüman, dünyanın neresinde olursa olsun, sünneti yaşayan diğer bir müslümanla her yönden çok rahat uyuşabilir, anlaşabilir bir durumdadır. Sünnet-i seniyye, müslümanlar arasında beraberlik, zevk birliği, davranış birliği, yaşam şekli birliği meydana getirmiştir.[16]

Hadis-i şeriflerin sağlam bir şekilde tesbit edilmesi, İslâm dininin tahrifata uğramasını engellemiş, dini yabancı unsurlardan korumuş, bid’atlardan muhafaza etmiştir. Diğer dinlere baktığımızda; Yahudiliğin bozulması, daha Hz. Mûsâ’nın hayatında[17] başlamıştır. Hristiyanlık, Hz. İsa’dan sonra, henüz bir asır geçmeden dejenere olmuştur. İslâm’da ise böyle bir dejenerasyon söz konusu değildir. Peygamber Efendimiz’le bizim şu asrımız arasında on dört asır geçmesine rağmen, sünnet-i seniyyeyi doğru bir şekilde aktaran sahih hadis-i şerifler sayesinde, İslâm, ilk haliyle, bozulmadan bize kadar gelmiştir. [18]

Hz. Peygamber’in, vahyin güdüm ve gözetiminde[19] devam ettirdiği davet çalışmalarında, Rabbânî ve nebevî bir stratejiyi takip ettiği görülmektedir. Onun, hedefine ulaşmak için takip ettiği merhaleler, kullandığı vasıtalar, gözettiği ilkeler  ve şartlara göre ortaya koyduğu farklı metodlar, gerek sahabe için, gerekse bütün ümmet için davet yönteminin ideal bir pratiğini oluşturmaktadır.[20]

Acaba Peygamber Efendimiz tebliğ ve irşâd vazifesini nasıl gerçekleştirdi, onun eğitimdeki metodu neydi diye düşünecek olursak: Peygamber Efendimiz, İslâm’ı nazarî bilgilerle, teorik çalışmalarla oturduğu yerden yaymamış, aksine insanların arasına girerek, insanlarla aynı toplumda beraber yaşayarak, onların sorunlarına çözümler bularak, halkı halkın içinde eğitmek suretiyle bu tebliğ görevini gerçekleştirmiştir. Ashabına va’z ü nasihat etmek için fırsat kollamış, düzeltilmesi gereken hatalı bir davranış gördüğünde hemen müdahale etmiş, her fırsatta ashabına bir şeyler öğretebilmek için gayret sarfetmiştir. Kendisi bizzat uygulayarak dinin yaşanabilir bir din olduğunu, fıtrata uygunluğunu göstermiş, inkârcıların mazeretlerine mahal bırakmamıştır.

Peygamber Efendimiz’in yapmış olduğu eğitim, yirmi üç yıllık bir zaman içine yayılmıştır. Bu zaman içerisinde ashabla beraber ibadet ederek, uyuyarak, uyanarak, yolculuk yaparak, ticaret yaparak, çarşıda, pazarda, her yerde İslâm’ın uygulamasını yapmıştır. Bu anlamda Peygamber (s)’in metoduna, sohbet yoluyla eğitim metodu denilebilir. Bu eğitim, arkadaşlık yaparak, hayatın içinde, bir aile gibi, bir arada bulunarak yapılan eğitimdir. Peygamber Efendimiz, ashabını, onlara en güzel şekilde örnek olarak eğitmiştir. [21]

Hazret-i Muhammed (s) müslümanların devlet reisi, camide imamları, mahkemede hakimleri, orduda başkomutanları, her türlü problemlerini açabilecekleri ve güven duydukları öğretmenleri olmuştur. Bu sebepten daima onlarla birlikte bulunmuş, o konuşurken çocuklar, gençler, yaşlı kadınlar, halktan ya da eşraftan kimseler onu dinlemiştir.[22] Peygamber Efendimiz, ashabını, dünyevî meşgalelerden tamamen çekmemiş, onları hayatın akışı içerisinde İslâm’ı yaşamaya sevketmiş, normal hayatlarını yaşarlarken İslâm’ı uygulamayı öğretmişti. Hazret-i Muhammed’in öğretileri, hem tatmin edici  hem de toplumun problemlerini çözücü nitelikte olmuştur. Bu özelliğinden dolayı, müslümanlığı kabul eder etmez ashabda büyük bir neşe, sevinç, güven ve bu bilgileri başkalarına öğretme isteği oluşmuştur.[23]

Peygamber (s) bizzat kendi yaşantısında gelişen olaylar karşısında her fırsatı değerlendirerek ashabına va’z u nasihatta bulunmuştur. Onun yapmış olduğu tavsiyeler, doğru yer ve doğru zamanda olduğu için çok tesirli olmuştur. Misallendirecek olursak: Peygamber Efendimiz, kabrin başında ağlamakta olan bir kadına rastlar ve “Allah’tan kork ve sabret!” buyurur. Peygamber Efendimiz’i daha önce görmemiş olan kadın “Git başımdan! Benim başıma gelen senin başına gelmedi!” der. Biraz sonra, kadına, o zâtın Peygamber (s) olduğu söylenince, kadının aklı başına gelir ve hemen Peygamber (s)’in arkasından gider. Rasûlüllah’ın kapısına gelince, “Kusura bakma, seni tanıyamadım.” der. Peygamber Efendimiz de ona: “Sabır, belânın ilk geldiği andadır.” buyurur.[24]

Bir keresinde de Peygamber (s), ashabı ile birlikte mescidde otururken bir bedevi gelir ve mescidin içine bevleder. Ashab buna çok sinirlenir ve ona müdahale etmek ister. Fakat Peygamber (s) ashabını yatıştırır ve daha sonra yaptığı hatayı bedeviye bildirir.[25] Peygamber Efendimiz, bedeviye şiddet yoluyla bir şeyler söylemek yerine yumuşaklığı tercih ederek, onun dine karşı yanlış kanaat edinmesini engellemiş olur.

Yine Peygamber (s) çarşıya uğrar, bir yiyecek yığını görür. Elini yiyecek yığınının içine soktuğunda, elinin ıslandığını fark eder... “Ey yiyecek sahibi! Bu nedir?” diye sorar. O şahıs, “Ona yağmur değmiş ey Allah’ın Rasûlü!” deyince, “Onu alta değil, üste koysaydın da insanlar görseydi olmaz mıydı? Bizi aldatan bizden değildir” buyurur.[26]

Bu misallerde de görüldüğü gibi Peygamber Efendimiz, sahabeyi, hayatın içinde, yeri geldiğinde öğütler vererek, yeri geldiğinde tasvib ederek, yeri geldiğinde onları uyararak eğitmiştir. Son derece tabiî bir eğitim yolu olan bu metod, günlük hayattaki vazifeler aksatılmadan, yaşamın akışı içerisinde uygulanmıştır. Peygamberimiz, toplumun içinde yaşarken, fiilleri ile, sözleri ile ashabına İslâm’ı tebliğ etmiş, onları yetiştirmiş, cahil bir toplumu, en medenî bir toplum haline getirmiştir.

Sünnet-i seniyye, Peygamber (s)’in hayatı boyunca karşılaştığı meseleleri ve bu meselelerin çözümlerini ihtiva ettiği için, her toplumda ortaya çıkabilecek birçok meselenin çözümü sünnette bulunabilmektedir. Yapılan vaaz ve nasihatlerde hadis-i şerifleri nakletmek, halkın bid’atlere sapmadan, doğru bir şekilde dini öğrenmelerini sağlayacaktır. O bakımdan, bugün de dini ana kaynaklarından, Kur’an ve sünnetten öğrenerek İslâm’ın güzelliklerini insanlara anlatmak ve ortaya çıkan yeni meselelere peygamberî metodu kullanarak yeni çözümler bulmak her müslümanın esas vazifesi olmalıdır.

Peygamber Efendimiz’in aslî vazîfesi olan tebliğ ve irşad görevi, kendisinden sonra, onun vârisleri olan alimler[27] vasıtasıyla devam ettirilmiştir. Peygamberimizin mirası, elbette Kur’an-ı Kerîm[28], Peygamberimizin sünneti ve sünneti bize aktaran hadis-i şeriflerdir. Nitekim veda hutbesinde Peygamber Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Size öyle bir şey bıraktım ki, ona sımsıkı sarılırsanız hiç bir zaman dalâlete düşmez, sapıtmazsınız: O, Allah’ın Kitabı ve Rasûlüllah’ın sünnetidir.”[29] 

Hadis-i şerîften de anlaşıldığı gibi Peygamberimizin bize mirası Kur’an-ı Kerim ve onun açıklayıcısı olan sünnet-i seniyyedir. Kur’an’ın anlaşılması, ancak onu açıklayan ve hayata aktaran Peygamber (s)’in doğru bir şekilde anlaşılmasıyla mümkün olur. O’nun hayatı bütünüyle iyi bilinir ve müslümanların O’nun tavsiyelerini yerine getirmeleri sağlanırsa, İslâm, ferdî ve sosyal hayatta etkisini gösterebilir. 

Tebliğ ve irşad çalışmalarında, öğüt veren kişi sevilen birisi olursa etkisi daha da büyük olur. İşte hadis-i şerifler, Peygamber (s)’in bize öğüt ve tavsiyeleridir. Peygamber Efendimiz de herkesin sevdiği bir zât olduğu için, vaaz ve sohbetlerde hadis-i şeriflerin çok etkili ve akılda kalıcı olduğu görülmektedir. Peygamber (s)’in bir şeyi yaptığına dair bir hadis duyan gayretli bir müslüman, hemen onu tatbik etmeğe çalışmaktadır. Bu da müslümanların indinde hadisin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

b. Gümüşhânevî Dergâhındaki Hadis Geleneği

19. Asrın büyük muhaddislerinden, Muhaddisîn-i Rûm ve Hâtimetü’l-Muhaddisîn[30] lakaplı  Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî (v. 1893), tekkesi ve talebeleriyle hadis ilmini ihyâda önemli bir vazife görmüş, an’anevî bir hadis eğitiminin öncüsü olmuştur. O ve yolundan gidenler, Peygamber (s)’in sünnetini harfiyyen yerine getirmeğe gayret etmişlerdir.

Hadis tahsilini Osmanlı medreselerinde yapan Gümüşhânevî, şeyhi Ahmed b. Süleyman el-Ervâdî (v. 1858)’nin Ayasofya Camii’ndeki hadis derslerine devam etmiştir.[31] El-Ervâdî’nin vefatının ardından 1858’de, daha sonra kendi nisbesiyle anılacak olan Gümüşhânevî Dergâhı’nın başına geçmiştir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin (v. 1826) İstanbul halifelerinde mutlaka bulunmasını istediği şartlara uyarak, Hâlidîlerin İstanbul’daki en kıdemli halifesi olan Abdulfettah Efendi’nin 1864’de vefatına kadar tarikat neşrinden ziyade ilmî çalışmalarla iştigâl etmiş, başta hadis olmak üzere birçok alanda eser telif etmiştir.[32] 

Gümüşhânevî, müridlerininin terbiyesinde ilim tahsiline önem vermiş, bunun için öncelikle Peygamber (s)’in sünnetinin ve hadislerinin öğretilmesine ağırlık vermiştir. Gümüşhânevî’ye göre: “Nasıl ki peygamberlere, düşmanlarını ihmal edip onların hayrını istememek uygun düşmezse, hadisçiye ve sünnetleri nakledene de onları sadece dostuna nakledip düşmanını mahrum etmesi uygun düşmez. Şu halde sünneti bilen kimsenin, en büyük ihtimamı, hadisleri yaymaya vermesi gerekir.”[33] Bu anlayıştan hareketle olmalıdır ki, Gümüşhânevî hadis öğretimine özel bir önem vermiş ve hadisle alâkalı eserler kaleme almıştır.[34]

Gümüşhânevî, müridlerin terbiyesi için Râmûzü’l-Ehâdis isimli hadis koleksiyonunu derlemiştir. Râmûzü’l-Ehâdis, her hadis metninin ilk kelimesi esas alınarak alfabetik olarak sıralanmış hadislerden oluşmaktadır. Her hadis metninin sonunda hadisin alındığı kaynak, ravi ve bazen de hadisin sıhhati hakkında bilgi verilmiştir.

Gümüşhânevî’nin, az sözle çok mânâ veren, ezberlenmesi kolay, vecîz ve alimlerce muteber 7101 hadisi bir araya getirmesiyle oluşan bu eser[35] iki bölümden oluşmaktadır: İlk bölüm 6400 hadisi ihtiva etmektedir. İkinci bölüm ise Peygamber Efendimiz’in evsaf ve şemâilini anlatan 701 hadisten oluşmaktadır. Gümüşhânevî, bu eseri, 125’i aşkın kaynağa müracaat ederek hazırladığını bizzat kendisi ifade etmektedir.[36]

Râmûzü’l-Ehâdis’te, bizzat Gümüşhânevî tarafından hükmü beyan edilen, 10 mevzû, 130 mürsel ve 70 zayıf hadise rastlanmaklatır.[37] Fakat eserdeki hadisler incelendiğinde daha çok sayıda zayıf ve mevzû rivayetin yer aldığı görülmektedir. Gümüşhânevî, eserinde yer verdiği zayıf veya mevzû hadislerle birlikte, aynı mânâyı teyid eden birkaç sahih hadisi altalta vermiştir. Böylece Gümüşhânevî, isnad bakımından sahih olmasa bile mânâ bakımından doğru olduğu kanaatine vardığı bu hadislerden müridlerinin de istifade edebileceğini düşünerek eserinde yer vermiştir.[38]

1858’de irşad vazifesini almasıyla birlikte Râmûzü’l-Ehâdis’i neşreden Gümüşhânevî, haftalık sohbetlerinde bu eserinin açıklama ve yorumlarını yaparak, eserin şerhi olan Levâmiu’l-Ukùl’ü meydana getirmiştir.[39] Levâmiu’l-Ukùl’ün yazımını, 1864’de başlayıp 1875’de bitirmiştir.[40] Gümüşhânevî, hadis alanında bu eserlerin dışında, Garâibü’l-Ehâdis, Letâifü’l-Hikem (Garâibü’l-Ehâdis’in şerhi) ve Hadîs-i Erbaîn isimli eserleri telif etmiştir.

Tarikat neşrine, irşad vazifesini aldıktan altı yıl sonra 1864’de başlayan Gümüşhânevî, haftalık sohbetlerinde umûmiyetle Râmûzü’l-Ehâdis’i okuyup, buradaki hadislerle ilgili açıklama ve yorumlar yapmıştır. Kaynaklarda, zaman zaman sohbet ve derslerine, Sultan Abdulmecîd, Sultan Abdülaziz ve II. Abdülhamid gibi devlet ricâlinin de devam ettiği rivayet edilmektedir.[41]

Tebliğ ve irşâd çalışmalarını ömrü boyunca her durumda sürdüren Gümüşhânevî, bizzat katıldığı 93 Harbi’nde de savaşın hafiflediği ve durakladığı bir sırada Of’a giderek Ramazan ayı boyunca 280’i aşkın talebeye  Râmûzü’l-Ehâdis okutmuştur.[42] Savaşın ardından ikinci hac yolculuğuna çıkan Gümüşhanevî’nin Mekke ve Medine’de hadis dersleri verdiği ve hac dönüşünde üç yıldan fazla kaldığı Mısır’da Râmûzü’l-Ehâdis okuttuğu rivâyet edilmektedir.[43]

Gümüşhânevî’nin Mısır’da kaldığı süre içersinde kendisinin yerine Kastamonulu Hasan Hilmi Efendi (v. 1911) vekâlet etmiştir. Gümüşhanevî’nin dönüşünü müteakip Geyve’ye gönderilen Hasan Hilmi Efendi, burada inşâ ettirdiği medrese ve tekkede hadis okutarak tarikat neşrine devam etmiştir.[44] Gümüşhânevî’nin vefatından sonra Hasan Hilmi Efendi de şeyhi gibi dergâhta hadis ilmi ile iştigâli esas almış, tekkenin el kitabı niteliğindeki Râmûzü’l-Ehâdis’i senede iki defa hatmetmeyi adet haline getirmiştir.[45] Daha sonra şeyhliğe geçen Safranbolulu İsmâil Necâti Efendi (v. 1919), tebliğ ve irşâd vazifesinde hadis dersleri vermeğe devam etmiş, Dârü’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi’nde hadis müderrisliği yapmıştır.

İsmâil Necati Efendi’nin ardından vazifeyi devralan Buhârî hafızı Ömer Ziyâüddin Efendi (v. 1920) de Dârü’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi’nde hadis müderrisliği yapmıştır. Hem Kur’an-ı Kerim hem de Buhârî hafızıdır.[46] Hadis alanında, Zübdetü’l-Buhârî, Zevâdiu’z-Zebîdî, Zübdetü’l-Buhârî Tercümesi, Sünenü’l-Akvâli’n-Nebeviyye mine’l-Ehâdîsi’l-Buhâriyye ve Es’ile ve Ecvibe fî İlmi Usûli’l-Hadîs isimli eserleri telif etmiştir.

Ömer Ziyâüddîn-i Dağıstânî’nin vefatından sonra postnişîn olan Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi (v. 1926) de hadis eğitim ve öğretim faaliyetlerine devam etmiş, her sene bir kere hatim etmek üzere Râmûzü’l-Ehàdîs okutmuştur.[47] Yeni Cami’de hadis okuttuğu rivâyet edilen Mustafa Feyzi Efendi, son halvetinde, Serezli Hasib Efendi, Kazanlı Abdülaziz Efendi ve Bursalı Mehmed Zâhid Kotku’yu da yanına alarak yetiştirmiştir.[48]

Dağıstânî’den sonra başa geçen Hacı Hasib Efendi (v. 1949),  Bayezit Camii’nde, Çarşamba günleri öğle namazından sonra Râmûzü’l-Ehâdîs okutmuştur. Bayezit Camii’ndeki Hünkâr Mahfili altında mürşidi Mustafa Feyzi Efendi hadis okuttuğu için, teberrüken burada da hadis okutan Hasib Efendi, hocasına olan bağlılığı dolayısıyla 84 yaşında ve hasta olmasına rağmen, Cağaloğlu’ndan umumiyetle yürüyerek bu hadis dersine gelmeğe devam etmiştir.[49]

Hasib Efendi’den sonra makam-ı irşâda geçen Abdülaziz Bekkine (v. 1952), evini bir ilim meclisi haline getirerek, kapısını günün her saatinde talebelerine açmıştır. Abdülaziz Bekkine, bir yazısında dile getirdiği, “Hakka kulluğunu idrak eden kimseye halka hizmet borç olur.”[50] anlayışından hareketle kendini halka hizmete vermiş, gece gündüz demeden her zaman cemaati ve ihvanıyla beraber olmuş, onların eğitimleri için bütün ömrünü harcamıştır. Abdülaziz Bekkine’nin bazen 24 saat hiç durmadan sohbet ettiği, odasında ışık yandığı müddetçe, gecenin her saatinde zili çalınıp içeri girilebildiğini[51], gecenin geç saatlerine kadar devam eden konuşmaların bazen sabah namazına kadar sürdüğünü[52] bizzat sohbetlerine iştirak eden öğrencileri anlatmaktadır.

Pazartesi ve Perşembe geceleri evinde; pazar günleri ikindiden sonra camide Râmûzü’l-Ehâdîs derslerine devam eden Abdülaziz Bekkine, genellikle sohbetlerinde dört ya da beş sayfayı, fazla açıklama yapmadan, hadis-i şeriflere yalnız mânâ vererek okumuştur. Bu şekilde 562 sayfalık Râmûzü’l-Ehâdîs’i, bir sene üç ay gibi kısa bir zamanda bitirmiştir. Sohbetlerinde öğrencileri tarafından tutulan notlar daha sonra derlenerek, Râmûzü’l-Ehâdîs tercümesi oluşturulmuştur.[53] Abdülaziz Bekkine, müridlerini üniversitelerde asistan olarak kalmaları konusunda teşvik etmiştir. Birçok kimse onun tavsiyelerini tutarak profesör olup üniversitelerde talebe yetiştirmiştir.[54]

Abdülaziz Bekkine’den sonra irşad vazifesini alan Mehmed Zâhid Kotku (v. 1980) zamanında dergah hizmetleri yurt çapında yaygınlaşmış, cemaat, imamlık görevi yaptığı camiden dolayı İskenderpaşa Cemaati olarak anılır hale gelmiştir.

M. Zâhid Kotku, hadis derslerini, cuma günleri cumadan evvel kırkbeş dakika ve pazar günleri ikindiden sonra bir saat Râmûzü’l-Ehâdîs’den yapmaya devam etmiştir. Ayrıca Ramazanlarda her gün öğle ve ikindiden sonra et-Tergîb ve’t-Terhîb’den Ramazan ve oruç ile ilgili hadisleri okuyup izah etmiştir. Nakşî an’anesine uygun olarak, müslümanların her şeyiyle ilgilenen Kotku, Türkiye’nin en büyük motor fabrikası olan Gümüş Motor Fabrikası’nı kurdurmuştur. Politika konusunda da çalışmaları olmuştur. Herhangi bir şahsa doğrudan doğruya bend olmadan bütün politikacılarla ilgilenmiştir. Aşağı yukarı tüm politikacıların kendisini ziyaret ettiği bilinmektedir.[55]

M.  Zâhid Kotku’nun vefatından sonra cemaatin başına geçen M. Esad Coşan (v. 2001), daha M. Zâhid Kotku’nun vefatından üç yıl önce, 1977 yılında, İskenderpaşa Camii’nde hadis derslerine başlamıştır. Onun döneminde hadis derslerine ilgi daha da artmış, cemaat yer bulamadığı için camiye ilâveler yapılmıştır. Ayrıca Ankara, İzmir, Bursa, Sapanca, İzmit ve Eskişehir’de de hadis dersleri başlatılmıştır.

Cami sohbetlerinin kısıtlı sayıda cemaate ulaştığını düşünen Coşan, sesini dünyanın her yerine duyurabilmek için 1992 yılında Ak-Radyo’yu kurdurmuş, burada cuma günleri, Cuma Sohbetleri adıyla hadis dersleri başlatmıştır. Buna ilâve olarak salı günleri de Tefsir Sohbetleri yapmaya başlamıştır. Tefsir derslerinde de hadislerle tefsir yapmayı tercih eden Coşan, daha çok İbn Kesir’in tefsirini takip etmiştir. Diğer günlerde ise daha önce İskenderpaşa Camii’nde yapılmış olan hadis dersleri yayınlanmış, vefatının ardından da Gurbet Sohbetleri adıyla yurt dışında yapmış olduğu hadis dersleri yayınlanmaya başlanmıştır.

Radyonun da yeterli olmadığını gören Coşan, Ak-Televizyon adıyla Marmara Bölgesine yönelik bölgesel televizyon yayını başlatmıştır (1997).

Türk-İslâm Edebiyâtı profesörü olmasına rağmen hadis sohbetleriyle tanınan Coşan, akademik çalışmalarında da hadis alanıyla ilgili çalışmalarda bulunmuş, Ahterî’nin Kırk Hadis’i hakkında bir makale yazmıştır.[56] Ayrıca “İslamî Türk Edebiyatında Ükkâşe Hikayesi” isimli çalışmasında Ükkâşe hadisinin kritiğini yapmıştır. [57]

İlmî seviyesi yüksek hocalar yetiştirmek amacıyla İstanbul’da Hadis Enstitüsü, Ankara’da Fıkıh Enstitüsü açtıran Coşan, buralarda ilâhiyat fakültelerinde okuyan veya mezun olan kimselere, özel hocalardan Arapça, Hadis, Tefsir ve Fıkıh dersleri verilmesini sağlayarak maddî ve mânevî yardımlarda bulunmuştur.

1997 Mayıs’ından itibaren hizmetlerini yurtdışında sürdüren Coşan, 1998 yılında Avustralya’nın Brisbane şehrine yerleşmiş, tebliğ ve irşad çalışmalarını Avustralya’nın her tarafında yaygınlaştırmıştır. Pek çok yerde camiler, kültür merkezleri açan Coşan, Brisban’daki camide, her gün sabah ve yatsı namazlarından sonra, hadis sohbetleri yapmıştır.

Gümüşhânevî Dergâhında, Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî’den M. Esad Coşan’a kadar devam eden bu hadis geleneği sayesinde birçok insan bid’atlere sapmadan dinin hakikatini öğrenme fırsatı bulmuştur. Ayrıca Kur’an ve sünnete olan bağlılıkları ile, tasavvufu din dışı unsurlardan korumak gibi bir misyon da üstlenmişlerdir. Müridlerine, tasavvuftan önce şeriat eğitimi vererek onların dînî ilimleri iyi bilen, sünnet yolunda giden, şekil ve merasime takılıp kalmayan, muttaki müslümanlar olarak yetişmelerini sağlamışlardır.

Günümüzde de dinin bid’atlere ve hurafelere sapmadan, aslına uygun bir şekilde öğrenilmesi ve öğretilmesi, ancak hadislere ağırlık verilerek yapılan bir eğitimle mümkün olabilir.



[*] Erkaya, Mahmud Esad, M. Esad Coşan'ın Cuma Sohbetleri (Hazineden Pırıltılar) ve I. Ciltteki Hadislerin Tahrici, AÜİF, Basılmamış Lisans Tezi, Ankara 2006, s. 9-21.

[1] Zâriyât, 51/56.

[2] Bkz. Ahzâb, 33/21.

[3] Âl-i İmrân, 3/32, 132; Nisâ, 4/59; Mâide, 5/92; Enfal, 8/1, 20, 46.

[4] Nisâ, 4/80.

[5] Feth, 48/10.

[6] Âl-i İmrân, 3/31.

[7] Necm, 53/56; Kaf, 50/45; Müddesir, 74/1; İbrâhim, 14/44; A’lâ, 87/9; Sâd, 38/65,70; Fâtır, 35/23.

[8] Âl-i İmrân, 3/164; Bakara, 2/129, 151.

[9] İbn Mâce, Mukaddime, 17, no: 229; Müslim, (18) Talak, 4, no: 1478.

[10] Müslim, (44) Fezâilü’s-Sahabe, 41, no: 2502.

[11] Buhârî, (24) Megâzî, 38, no: 4230; Müslim, (44) Fezâilü’s-Sahabe, 41, no: 2502. Bkz. Özbek, Abdullah, Bir Eğitimci Olarak Hz. Muhammed (S.A.V), Esra Yayınları, İstanbul, 1997, s. 41.

[12]  Nahl, 16/125; Bkz. Ka(s.), 28/87; Şûrâ, 42/7; Hac, 22/67,68; Yusuf, 12/108.

[13] Şuara, 26/3,4; Yunus, 10/99; Hud, 11/12; Yusuf, 12/102-104; En’am, 6/35; Kehf, 18/6; Nahl, 16/37; Neml, 27/70; Fatır, 35/8.

[14]  En’am, 6/34; Ahkaf, 46/35. Bkz. Erul, Bünyamin, Sahabenin Sünnet Anlayışı, TDV, Ankara, 2005, s. 98.

[15] Âl-i İmrân, 3/110.

[16] Bkz. Coşan, M. Esad, İman’ın ve İslâm’ın Korunması 2, Seha, İstanbul 1998, s. 80.

[17] A’râf, 7/148.

[18] Bkz. Coşan, M. Esad, İman’ın ve İslâm’ın Korunması 2, Seha, İstanbul 1998, s. 81-82.

[19] Tûr, 52/48.

[20] Bkz. Erul, Bünyamin, Sahabenin Sünnet Anlayışı, TDV, Ankara, 2005, s. 98.

[21] Bkz. Coşan, M. Esad, İman’ın ve İslâm’ın Korunması 2, Seha, İstanbul 1998, s. 378.

[22] Bkz. Ayvallı, Ramazan, Esbâbu Vürûdi’l-Hadîs ve Bunun İslâm Teşrîindeki Yeri ve Önemi, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara, 1979, s. 97-99.

[23] İbn Hişâm, Ebû Muhammed Abdulmelik, es-Sîretü’n-Nebeviyye, Mısır, 1955. Bkz. Özbek, Abdullah, Bir Eğitimci Olarak Hz. Muhammed (S.A.V), Esra Yayınları, İstanbul, 1997, s. 57.

[24] Buhârî, (23) Cenâiz, 31, no: 1283; Ebû Dâvud, (20) Cenâiz, 22, no: 3124; Ahmed b. Hanbel, c. III/143, no: 12480;

[25] Buhârî, (4) Vudû’, 58, no: 220.

[26] Müslim, İman, no: 164; Tirmizî, (12) Buyû’, 74, no: 1315; Ebû Dâvud, no: 3452; İbn Mâce, no: 2224.

[27] Buhârî, (3) İlim, 10, no: 67; Tirmizî, (39) İlim, 19, no: 2682; Ebû Dâvud, (24) İlim, 1, no: 3641, 3642; İbn Mâce, Sünnet, 17, no: 223.

[28] Buhârî, (55) Vasâyâ, 1, no: 2740.

[29] Mâlik, Muvattaa, (46) Kader, 1, no: 4, II/899; İbn İshak; İbn Hişam, Sire, IV/251; Taberî, Tarih, II/169; Zehebî, Meğâzi, s. 589. Bkz. Köksal, Mustafa Asım, İslâm’da İki Ana Kaynak Kitab ve Sünnet, TDV, Ankara, 1994, s. 153. Veda hutbesi ile ilgili rivayetlerin bazılarında yalnız “Kitab” zikredilirken bazılarında ise “Kitab ve Sünnet” birlikte zikredilmektedir. Veda hutbesi rivayetlerinin tetkiki için bkz. Gökalp, Murat, İlk Dönem Hadis ve İslâm Tarihi Kaynaklarına Göre Veda Hutbesi Rivayetlerinin Tetkiki, AÜİF, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2001.

[30] Kevserî, İrğâmü’l-Merîd, s. 101.

[31] Gündüz, İrfan, Gümüşhanevî Ahmed Ziyâüddîn (KS), Seha, İstanbul, 1984, s. 34.

[32] Bkz. Gündüz, a. g. e., s. 44, 45.

[33] Bkz. Gümüşhânevî, Levâmiu’l-Ukùl, I/3.

[34] Aydınlı, Abdullah, Bir Hadisçi Olarak Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî, Gümüşhanevî Sempozyum Bildirileri, Sehâ, İstanbul, 1992, s. 65.

[35] Bkz. Aydınlı, a. g. e., s. 65.

[36] Gümüşhânevî, Levâmiu’l-Ukùl, I/3.

[37] Bkz. Gündüz, İrfan, Gümüşhanevî Ahmed Ziyâüddîn (KS), Seha, İstanbul, 1984, s. 97.

[38] M. Esad Coşan’ın konuyla ligili görüşleri için bkz. Coşan, M. Esad, Güncel Meseleler 1, Seha, İstanbul, 1995, s. 106-109; Coşan, M. Esad, Ölçü Şeriat, Erkaya, Metin, Anılarla Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A), Seha, İstanbul, ty., s.340-341.

[39] M. Fevzi, Hediyye, s. 44; Kevserî, et-Tahrîr, s. 26. Bkz. Gündüz, İrfan, Gümüşhanevî Ahmed Ziyâüddîn (KS), Seha, İstanbul, 1984, s. 45.

[40] Gümüşhânevî, Levâmiu’l-Ukùl, V/645.

[41] M. Fevzi, Hediyye, s. 51. Bkz. Gündüz, İrfan, Gümüşhanevî Sempozyum Bildirileri, Sehâ, İstanbul, 1992, s. 29.

[42] Bkz. Gündüz, İrfan, Gümüşhanevî Ahmed Ziyâüddîn (KS), Seha, İstanbul, 1984, s. 45.

[43] Kevserî, İrğâmü’l-Merîd, s. 94, 95. M. Fevzi Hediyye, s. 45. Bkz. Gündüz, İrfan, Gümüşhanevî Ahmed Ziyâüddîn (KS), Seha, İstanbul, 1984, s. 72.

[44] M. Fevzi, Menâkıb-ı Haseniyye, s. 10,11; Kevserî, İrğâmü’l-Merîd, s. 100. Bkz. Gündüz, İrfan, Gümüşhanevî Ahmed Ziyâüddîn (KS), Seha, İstanbul, 1984, s. 143.

[45] Albayrak, S., Son Devir Osmanlı Ulemâsı, III/281. Bkz. Gündüz, İrfan, Gümüşhanevî Ahmed Ziyâüddîn (KS), Seha, İstanbul, 1984, s. 144.

[46] Coşan, M. Esad, M. Zâhid Kotku (Rh.A) ve Tasavvuf, Erkaya, Metin, Anılarla Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A), Seha, İstanbul, ty., s. 350.

[47] Kotku, M. Zahid, Tezkiretül-Evliyâ arkasında, (M. Cemil Solakoğlu, Gümüşhaneli Hazret-i Ahmed Ziyâüddin) Bahar Yayınevi, İstanbul 1975, s. 323.

[48] Gündüz, İrfan, Gümüşhanevî Ahmed Ziyâüddîn (KS), Seha, İstanbul, 1984, s. 155.

[49] Çataklı, Osman, Hacı Hasib Efendi ve Hacı Aziz Efendi, İstanbul, 2000, s. 23.

[50] Bkz. Çataklı, a.g.e., s. 92.

[51] Bkz. Çataklı, Osman, Hacı Hasib Efendi ve Hacı Aziz Efendi, İstanbul, 2000, s. 93.

[52] Bkz. Yılmaz, Coşkun, Halil Necati Coşan İle Röportaj, İslâm, sayı: 159.

[53] Bkz. Çataklı, a. g. e., s. 95.

[54] Bkz. Coşan, M. Esad, Tasavvuf Yolu Nedir, Seha, İstanbul, 1997, s. 45.

[55] Coşan, M. Esad, M. Zâhid Kotku (Rh.A) ve Tasavvuf, Erkaya, Metin, Anılarla Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A), Seha, İstanbul, ty., s. 350.

[56] Coşan, M. Esad, Ahterî’nin Kırk Hadis Kitabı, İslâm Mecmuası, München, B. Almanya; Ocak, Şubat, Mayıs, Haziran, Temmuz 1976 Sayıları.

[57] Coşan, M. Esad, İslamî Türk Edebiyatında Ükkâşe Hikayesi, AÜİF Dergisi, Ankara 1983, c.26, s. 275-286. 

 

www.sonuyari.org