İndir
(İndirdiğiniz MPEG-4 formatlı videoyu izlemek için QuickTime programını kullanabilirsiniz.)
GENÇ BİR OSMANLI ASKERİ (*)
Prof. Dr. Yusuf Ziyâ BİNATLI
Pek muhterem hàzırûn!..
İçinizde Rahmetullàhi Aleyh ile münasebette bulunanların, ondan feyz alanların içinde en kıdemsizi benim... Kendisinin mürîdi olma şerefine nail olmadım, rahle-i tedrisinde bulunmadım. Kendisiyle pek çoğunuzun sohbet ettiği süre içinde, belki sohbette de bulunmadım. Onun imam olduğu şu mihrab arkasında, onun cemaati de olmadım. Ama, içinizde değil belki Türkiye'de, kendisini ilk görenlerden biri olmakla müftehirim.
Kendisi genç bir askerken, ben kendisinden 12 veya 13 yaş küçük olarak İstanbul'da bir arada bulunmak şerefine nâil oldum. Rahmetullàhi Aleyh, İstanbul'da bir Osmanlı askeri olarak, inzibat bölüğünün kaleminde vazife görmekteyken; ben fakir de babamın kanatları altında, Gümüşhaneli Dergâhı'nın şeyhlere tahsis edilmiş bulunan binasında, onun babamın mürîdi olduğu bir dönemde kendisiyle tanışma şerefine nâil oldum.
Rahmetullàhi Aleyh, babama intisab etmiş genç bir asker, daimâ sırtında o asker elbisesi ile tekkeye gelen yegâne sarıksız kişi idi. Başında kalabağı, üstünde askerî ceketi tekkeye gelirdi. Babamın kendi kumandanından aldığı müsaade ile bütün namaz vakitlerinde gelir; sonradan bir yıldırım düşmesi neticesi yıkılan minaresine çıkar, ezan okur ve tekkenin sofrasında da bulunurdu. İşte bu dönemlerde, ben de gençlik çağına yeni adımını atmak üzere olan bir çocuk olarak, onunla tanışma şerefine nail oldum.
Şöyle ki: Babam yaşlı bir zat idi. İkamet ettiğimiz binadan tekkeye gidip gelirken, müridlerden biri gelir, kendisine yardım ederdi. Kendisine en fazla yardımını takdim eden kişi de bu Rahmetullàhi Aleyh idi. Kapıya gelir, kapıyı çalmaz, tıkırdatmaz; babam kapıdan çıkarken koluna girer veya babam yürüyecek kudreti kendisinde bulursa, onun arkasından kemâl-i edeble yürür ve babamı makàmına kadar götürürdü.
İşte babamın şeyh olduğu bu dönem içerisinde, babamın ders verdiği dönemler olurdu. Babam Medresetül Mütehassisîn'de ilm-i hadis ve hilâfiyyat dersi okuturdu. Hilâfiyyat müderrisi idi. Çok hasta olduğu zamanlarda Medresetül Mütehassisîn'in talebeleri gelirler ve bizim evin salonunda ders dinlerlerdi.
Tabii burda şunu ifade etmek isteyeyim: O zamanın Medresetül Mütehassisîn'inin talebeleri, benim gözümde yaşlı başlı insanlar olarak görünüyordu. Hepsi sakallı, sarıklı, 30-35 yaşlarında görünen kişilerdi. Ama, onların içerisinde sakalsız ve en genç görünen Rahmetullàhi Aleyh bulunuyordu. Medresetül Mütehassisîn ki, bugünkü ifade ile üniversite üstü diploma veren bir müessese olarak karşımıza çıkıyor. Tahsil durumu o seviyede olmamasına rağmen, o da gelir dersleri takib ederdi, fahriyyen...
Bu dönem içerisindeki hatıralardan bir tanesini, bir vesile ile yine söylemiştim: Tekkenin sofrasında hep beraber yemek yerdik. Geniş bir sini... Sininin içerisine diyelim ki, etli pilav konur, getirilirdi. Rahmetullàhu Aleyh çok zayıftı, çok zayıf bir zat idi. Tekkenin bu yemeklerini yapan aşçısı, Hafız Emin isminde bir zat, onun bu zayıflığından, incecik vücudundan o kadar müteessir olurdu ki; yemek sofraya gelmeden önce, herkes hücum etmesin ete diye etleri pilavın içine saklar, sofrayı kurduğu zaman getirir Mehmed Efendi'nin bulunduğu yere... Yâni, kaşğı attığı zaman et çıkacak mutlaka ve onu şişmanlatacak.
Rahmetullàhi Aleyh, daha kaşığı daldırır da kaşığına et değdiği zaman, onu anlar ve yüzü kızarırdı. Biz mutfakta bu oyunu oynardık kendisine... Fakat o daha böyle kaşığı daldırır daldırmaz, etin sertliği geldiği zaman, o zayflığına rağmen şöyle iki eliyle siniyi tutar, şöyle hafifçe çevirir, etli kısmı başkasına aktarırdı. Hafız Emin Efendi, orda bir ses çıkartmaz; bu tarafta o eti bekleyenler onu hallederlerdi, yerlerdi.
Hafız Emin Efendi, ertesi günü aynı sistemi uygulayacak; bu sefer kendisine söylerdi:
"--Yâhu Mehmed Efendi! Bak sana et koydum, niçin almıyorsun?.."
O başını önüne eğer:
"--Herkes hakkını alsın, Allah verir benim hakkımı... Hafız Emin Efendi vermesin!" derdi.
Hiç bir zaman onun oyununa da gelmedi.
Bir hatıram da şudur: Zaman olurdu, kendisine rica ederdim:
"--Ne olur beni de minareye çıkar, bir defa da ben ezan okuyayım!" diye...
Bir iki defa çıktık. Minarenin kıble tarafının sağ tarafı, Mustafa Feyzi Efendi'nin oturduğu dairenin penceresine dönüktü. --Babamın vefatından sonra olan olayı söylüyorum.
Beni çıkartırdı minareye... Fakat, Şeyh Efendi'ye görünmeyeyim diye, "Sen buraya çömel!" derdi bana... Ben çömelirdim, o ezanını okurdu. Sonra beraber aşağıya inerdik. Minareden etrafı seyretmek çok hoşuma giderdi. Şeyh Efendi namazı kılmak için ordan uzaklaştığı zaman, ben etrafı seyreder ve büyük bir zevk alırdım.
Bir defa dedim ki:
"--Ezanı ben okuyayım!"
"--Peki, oku..." dedi. Bu sefer kendisi sindi. "Allahu ekber!.. Allahu ekber!.." diye ezan okumaya ben ezan okumağa başlayınca; Şeyh Efendi ordan bana seslendi:
"--Ne yapıyorsun?.." dedi.
Ben de ona yukardan:
"--Ezan Okuyorum!" dedim.
Mustafa Feyzi Efendi ordan yine bana:
"--Sen akıl bâliğ oldun mu?.." dedi.
Ben dedim ki:
"--Çoktan oldum..." Dedim ama, akıl baliğ olmak ne demek, mânâsını bilmiyorum. Olmadın mı diye sorsaydı, olmadım diyecektim. Oldun mu diye müsbet konuştuğu için, oldum dedim.
"--Peki, öyleyse oku!" dedi.
Ezanı okudum. Bir de baktım ki, rahmetli Mehmed Efendi'nin eli ayağı titriyor, çok heyecanlanmış. Bizim minaredeki konuşmamızı herkes duyuyor. Orda Arnavutların bir hanı vardı; o handa da onlar bizi dinliyorlar, "Ne yapıyor Şeyh Efendi ile yukardaki minarede?" diye...
Bu hatıralar böyle günlük hatıralardı. Fakat aradan zaman geçti. Tekkeler kapandı. Birbirlerimizle olan münasebetlerimz kesildi. Zaman geldi, tekke cemaatsiz kaldı. İmamı Hoca Hayri Efendi'yi başka bir yere tayin ettiler. Evkaf idaresi o binayı satışa çıkardı, sattı. Bu durumda, Fatma Sultan Camii metruk bir vaziyette kaldı.
Şimdi Fatma Sultan Camii deyince, genç arkadaşlar var... İsmini duymuşlardır şüphesiz de, ne olduğunu bilmezler.
Fatma Sultan Üçüncü Ahmed'in kızı... 1704 tarihinde doğmuş bir kızcağız... Üçüncü Ahmed, 1709 tarihinde Silahtar Ali Paşa'yla evlendirdi. Kırk gün kırk gece büyük bir debdebe ile düğün yapılmış. Beş yaşında, daha çocuk, ne olduğunu bilmiyor. Sembolik olarak evlenmişler.
Fakat şanssız bir kız Fatma Sultan... 1709 tarihinde evlendiği bu Ali Paşa, 1716 tarihinde Avusturya ile yapılan savaşta şehid olmuş. Kızcağız daha 12 yaşında... Ondan sonra, padişah bu kızcağızı Damad İbrâhim Paşa ile evlendirmiş. İşte o tarihten sonra, Lâle Devri sırasında biraz gün görmüş.
Babası Üçüncü Ahmed o tarihte, kızının ruhu şad edilsin diye, Fatma Sultan Camii'ni Bab-ı Ali'nin karşısında yaptırmış. Bâb-ı Ali dediğimiz bina da, o zaman Damad İbrâhim Paşa'nın kendi köşkü... Ayrıca Damad İbrâhim Paşa bunun altında, yine Fatma Sultan adına bir saray yaptırmış. Şimdi sanıyorum oralarda Hazine-i Evrak olarak kullanılan binalar var...
Fatma Sultan Camii, 1727 yılında yapılmış ve 1730 tarihinde de Patrona Halil isyanı oluyor. Patrona Halil isyanında babası tahttan indiriliyor. Damad İbrahim Paşa Patrona Halil tarafından katlediliyor. Fatma Sultan'ın gerek şahsına ait, gerek annesine ait, gerek kocasına ait bütün mallar istirdad ediliyor. Fakr ü zarûret içine düşüyor. O teessür içinde zavallı Fatma sultan kahrından vefat ediyor.
Tarihlerin kaydettiği bir rivayete göre ise: Arnavutluk'ta bir isyan çıkmış. Bunu Fatma Sultan'ın tahriki olarak jurnal etmişler. Yeni padişah da, Fatma Sultan'ı Marmara Denizi'nde suya attırarak boğdurmuş. Böyle bir akıbeti var Fatma Sultan'ın...
Bunu söylememden maksad şu: Biz o zamanlar tekkede ibadetimizi yaparken, müezzin efendi dua kısmı geldiği zaman Fatma Sultan'ın ruhuna da fatiha gönderilmesini cemaatten isterdi. Hepimiz Fatma Sultan'ın ruhuna da fatihamızı gönderirdik.
Tabii, cami yıkıldı. Caminin yıkılmasının sebebi, oraya defterdarlık binası yapılması idi. Fakat işin garip tarafı şudur: Caminin ve meşrûtanın bir karış yeri dahi defterdarlık binasının altına girmedi. Fuzûli yere camiyi ve meşrutayı yıktılar. Üzerine bina yapacaklardı, onu da yapamadılar. Ama belki bu muhterem Gümüşhâneli Efendi'den beri gelen zevâtın ruhâniyetinden olacak, kimse o arsaya bir bina yapmadı. Bugün o arsa olduğu gibi durmaktadır.
Şimdi Fatma Sultan'ın ruhuna gönderme artık kalmadı. Biz gönderiyorduk, bizden de ayrı kaldı Fatma Sultan... Ama ben, şahsen belki Fatma Sultan Camii'nin hayatta kalmış son cemaatiyim. Ne zaman ki dua edeceğim, Fatma Sultan'ın ismi hemen çağrışım yapıyor. O çağrıımla ben her namazda Fatma Sultan'ın ruhuna da fatiha gönderiyorum.
Belki o camide cemaat olmuş kimseler, bunu da itiyad haline getirmişlerdi belki... Ama şimdi hepsi Allah'ın rahmetine kavuştu. İşte ben de ne zaman Allah'ın rahmetine kavuşacağım; ama son nefesime kadar yine Fatma Sultan'ın ruhuna Fatiha'mı göndereceğim.
Şu dergâh Gümüşhaneli Dergâhı'nın bir devamıdır. Gümüşhaneli Dergâhı nasıl bir büyük heyecan içinde hatm-i hâcegân yapıyorsa, şurda da o heyecanı gördüm, tüylerim ürperdi. Şu kadar yüzlerce kişi var burada, bakınız ne kadar büyük bir sessizlik içinde benden evvelki muhterem zevâtı dinlediler, feyz aldılar.
Arkadaşlar! Hangi topluluğa gitseniz, hangi üniversiteye gitseniz, yapılan şu uzun konuşmalar sırasında mutlaka, olduğu yerde birbirleriyle meşveret edenler olur. Ne mutlu şu zevâta, şu Şeyh Efendi'ye, hepimize; ne kadar büyük bir sessizlik içinde, bir öksürük sesi bile duyulmadan dinliyorsunuz.
İşte gençlik budur arkadaşlar, Türk gençliği budur. Türk gençliğinin bu imanı ile, bu memleket inşaallah çok çok yükseklere çıkacaktır.
Temenni ederim ki, burada da Fatma Sultan'ın ruhuna Fatihalar okunsun!..
Şeyh Efendi'yi ben hakimlik mesleğine intisab ettikten sonra bir defa gördüm. Kendisi Bursa'da, Üftâde Camii'nin imamı iken ziyaretine gittim. Bakınız, 1924 - 1926 gibi yıllarda beraber bulunduğumuz dönemleri ben size söyledim. Bir de şimdi 1949 - 1950 yıllarına geliniz. Arada geçen dönemde; genç bir çocukken ben, koskoca delikanlı olmuşuz, büyümüşüz, hakim olmuşuz.
Ziyaretine gittim Üftâde Camiine... Araba ile de çıkılmıyor, gidenler bilirler. Yaya olarak tepelerden, eğri büğrü yollardan yerine vardık. Ben odasına yöneldiğim zaman, kapıyı açtım, "Hocaefendi içerdeler mi?" dedim. Kendisi oturuyor, okuyorlardı. Başını kaldırdılar:
"--Ooo şehzâdem, hoş geldin!" dedi.
Bunca yıl geçmiş, yüzler değişmiş, fizyonomi değişmiş. Ama mübarek zat, görür görmez, "Ooo şehzâdem, hoş geldin!" dedi. Hemen ellerine sarıldım, öptüm. O bana sarıldı.
Ondan sonra da meslek durumu icabı oraya oraya, git gel, yurtdışına gittik, yurtdışından geldik... Bir daha görmek kısmet olmadı.
Şimdi değerli arkadaşlarım! Sizler belki ondan feyz almış kimseler değilsiniz, belki feyz almış kimselersiniz. Ama ister olun, ister olmayın hayrül halefler size onun yolunu zâten gösteriyor. Onun yolu zâten İslâm yolu... Bu yol doğruluk yolu, dürüstlük yolu, ahlâk yolu... Peygamberimiz SAS, ne demiş: "Ben mekârimi ahlâkı öğretmek için ba's olundum."
Bir de şunu söyleyeyim: Hocaefendi, o zamandan beri herkesçe söylenirdi, o zaman sabır sahibi olan bir kişi imiş. Sabırlı bir kişi olarak anılırdı. Tabii biz, bütün içyüzünü bilecek yaşta değildik. Ben daha Türkçeyi onunla tanıştığım zaman yeni yeni öğreniyordum. Çünkü Mısır'dan yeni gelmiştik, Arapça konuşuyordum. Türkçeyi konuşmakta güçlük çekiyordum.
O durumda onun bazı tatlı esprileri oluyordu. Hepsi hoşlarına gider onun esprilerinin ve onun söylediklerini sonradan birbirlerine anlatırlar: Mehmed Efendi böyle dedi, Mehmed Efendi şöyle dedi filân diye... Fakat ben anlamazdım o esprilerini... Sonradan onlar derler di ki:
"--Çok sabırlı bir insan!.."
Ama niçin derlerdi; askerliği dolayısıyla mı derlerdi, komutanlarıyla olan ilişkisinde mi derlerdi?.. Niçin derlerdi bilmiyorum, "Çok sabırlı bir insan!" derlerdi.
Onun sabırlı oluşu keyfiyeti, bana çok etki yapmıştı. O çocuk yaşta etki yapmıştı. Çünkü ben, hep etrafta olanlardan onun ne kadar sabırlı olduğunu duya duya büyüdüm. "Niçin?" diyeceksiniz. Çünkü, babamın hemşehrisi olması itibariyle, onun da ceddi Kafkasyalı olması itibariyle, babam kendisine çok hüsnü muamele ederdi, çok kendisini görürdü. Hep evimize gelir giderdi, iyi bir münasebetimiz vardı.
Gençler, sabırlı olun!.. Birisini, bir imansızı veyahut da bir münafıkı doğru yola çekmek için sabırlı olun! Her şeyi yüzüne vurmayın!.. Yavaş yavaş, telkinle, rahatlıkla... Sabırla her şeye muktedir olursunuz, her şeyi yaparsınız.
Ben şimdi sizi gördüm, dışarısı da bir âlem; dolup taşıyor. Bakınız ne kadar büyük bir sessizlik içinde beni dinlediniz, arkadaşlarımı dinlediniz. Bu bir iftihar kaynağıdır. Bu memleket, sizin gibi gençlerin çoğalmasıyla inşaallah inşirah bulacak, yükselecek ve böylece yüksekliğin şahikasına ulaşacak.
Beni dinlediğiniz için hepinize teşekkür ederim. Hocaefendi, bana bu konuşma lütfunu bahşettiğiniz için de size teşekkür ederim! Allah razı olsun...
13. 11. 1993 - İskenderpaşa / İSTANBUL
(*) Dr. Metin Erkaya, Anılarla Mehmed Zahid Kotku, s. 115, Seha Neşriyat, İstanbul 1997.